بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

İlham ve vahiyle şereflenen insan dimağca da çok zengindir

İlham ve vahiyle de şereflenen insan dimağca da çok zengindir. Şöyleki:

            Bal arısına gelen ilham, evliyâya gelen ilhamın yüz cüz'ünden bir cüz; evliyâya gelen ilham da, en­biyâya gelen ilhamın yetmiş cüz'ünden bir cüzdür. Salih mü'mine gelen ilham yahud gördüğü güzel rüya, enbiyanın vahyinin kırk altı cüz'ünden bir cüzdür. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Ebû Hureyre, Ubâde bin Sâmit ve daha birçok sa­habî radıyallahu anhum'un hadîsinde:اَلرُّؤْيَا الصَّالِحَةُ جُزْءٌ مِنْ سِتَّةٍ وَاَرْبَعِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ “Mü'minin yararlı salih rüyası, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir cüzdür.” di­ye buyrulmaktadır.

            Mesela Allah Teâlâ bal arısını da yarattı. Ne kadar küçük bir hayvan...

            Hadi, Allah'ın ona göndermiş olduğu ilhamla şe­reflenen bal arısı hakkındaki on özelliklerini oku­yalım:

            1- اَنِ اتَّخِذِى مِنَ الجِبَالِ بُيُوتًا “Dağlardan, .... evler edin.”[[1]] ilhamıyla şereflenen bal arısı, en üstün in­şaatçı bir mühendistir.

            Bir insan, on altı sene okur; en az dört sene ihtisas yapar; hendeseyi öğrenmiş olur.

            Bal arısı altı ayda hendesenin inşaat bölümünü, en ince teferruatıyla öğrenir. Öyle ya, altı köşeli bina, en zor plândır. Altı köşeli bir ev yapar. Kaç kat, kaç hane?.. Saymak lazım.

            2- ثُمَّ كُلِى مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ “Sonra meyvelerin her bi­rinden ye.” diye Allah Teâlâ'nın emriyle şereflenen bal arısı, üstün bir laboratuarcı, eczacı ve kimyacı olarak her şeyden yer. O altı ay içerisinde bu ilimleri de öğrenir; kemaliyle.

            3-Ve bal arısı, Allah Teâlâ'nın ona verdiği gözle, yaylım yollarını takib eder. Üç göz ve her birinde kaç mercek!..

            Birinci aşağıya bakan gözüyle, çiçeklerin içindeki şifâlı maddeleri, elli metre mesafeden keşfeder. Dürbün.

            İkinci, yani karşıya bakan gözü, laboratuar vazifesini gören cihazlar. Kaç çeşit cihaz!..

            Üçüncü gözü, yani yukarıya bakan gözle, düş­manlarını görür, ondan korunur ve aynı zamanda maddeleri birbirinden ayırt edici, adlarını bilmediğim cihazlara sahibdir. Fotoğraf çeker; tahlil eder; neticesini alır. Ve daha çiçeğe konmamış. Aynı zamanda bu göz, kanatların içindeki radarla, otuz kilometre ileriyi takib eder.

            4-Reisleri olan kraliçenin gözünde 4900, dişi iş­çilerde 6300, sadece dışarda çalışan erkeklerin gözlerinde ise 13090 mercimekcik gibi mercekler vardır.

            5- فَاسْلُكِى سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً “Rabb'inin sana kolaylaş­tırdığı yaylım yollarına git.” ilhamıyla şereflenen bal arısının uçuşu, ayrı bir mu'cize. Öne doğru uça­bildiği gibi, ani durumlarda arkaya doğru da uçar. Ve bu uçuşta anında muazzam ittifak ederler. Bu uçuş­la otuz kilometre mesafeyi bir saatte gidebilir.

            Aynı zamanda, bir saniye zarfında dört yüz met­re yukarıdan aşağıya inebilir veya aşağıdan yukarı­ya çıkabilir.

            Yegâne onun bu mahareti, فَاسْلُكِى سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً “Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git.” diye Allah Teâlâ'nın emriyle şereflenmesindendir.

            6-Harita, coğrafya, botanik, vakitleri bilir, hesab­lar. Bildiğimiz takvim ilimleriyle yol bilir, yönleri bilir; rüzgar ve yağmurun hangi taraftan, ne gibi yerlere yağacağını bilir ve ondan korunur.

            7-Kanatlarında haberleşme cihazları da vardır. Hatta kovanın içindeki beylerinin tayin ettiği yaylım hududunu aşmazlar. Kanatlarında daha birçok cihazlar var; ifade edemedim.

            8,9-Allah Teâlâ'nın yaratmasıylaيَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ “Onların karınlarından, renkleri çe­şitli bir şerbet çıkar.” Bal arısı balını, çiçek ve arazinin renginden çıkarır. Çünkü mer'ânın rengi ve çiçeklerin çeşitlerine göre, balda renkler bulunur. İkinci olarak, o memleketin mikroplarına mukavemet edebilecek bir şerbet çıkarır. Binaenaleyh bunda, iki ilmî hakîkat vardır: Birincisi, şifâlı bitkileri tesbit etmesi, ikincisi tesbit ettiği hangi panzehirin, hangi zehiri öldüreceğini bilmesidir.

            10- فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذَالِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ "On­da insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavm için büyük ibretler vardır."[[2]]

            Bunca tabiî ilimlerde tekâmül eden ilim adamları için ibretler vardır. Kimya ve fizyoloji olarak da, çıkarmış olduğu balda çok büyük bir ilim mahareti var. Mesela kimyevî olarak bedenin bünyesini takviye edecek ve koruyacak, potasyum, kibrit, kalsiyum, sodyum, fosfor, mağnezyum, demir, mağniz gibi madenleri, balın içinde toplar.

            Fizyoloji olarak da, en mühim vitaminleri topluyor. Mesela içinde takrîben %25 B/1, B/2, B/3, B/4, B/5 vitamini bulunur. Ayrıca bunlar mikropları öldürecek maddeleri de ihtiva eder.

            Hele burnunda bir koku alma hassası var. Birkaç tanesi bir yem bulurlarsa, raksederler. O raksla radar, telsiz cihazı gibi kanatlarıyla arkadaşlarını haberdar edip çağırırlar.

            İşte bu bal arısına Allah Teâlâ kimyayı, ecza­cılığı da öğretmiştir, hendeseyi de öğretmiştir. Ve birçok ilimleri...

            Allah Teâlâ bütün bu bilgileri kendisine ilham olarak bağışlamıştır; Kitabı'nda da haber vermiştir.

            İşte unutmadan ilk insana dönelim.

            Allah Teâlâ ilk insanın dimağı içinde faal hisler, hareketlerle çalışacak, bal arısının en azında üç milyar beyni kadar hücreleri yaratmıştır.

            Ve Allah Teâlâ'nın seçkin yaratmış olduğu peygamberler, bu hücrelerinin tümünü çalıştırdıkları için, altıncı hissin çok fevkinde ve maddenin ötesin­de olayları görüp müşahede ederler, sesler işitirler.

            Ve Allah Teâlâ ilk insanı yaratırken nasıl tabiî kanunları kendisine bağışladıysa, öylece Kendi'ni yani Varlığı'nı, insan ve bütün hayvanlara bildirmektedir ve her bir hayvana bir isim tahsis etti, öğretti; o hayvan da, tabiatiyle O isimle Allah Teâlâ'yı zikretmektedir.

            Mesela, görürsün, sabahın erkeninde kuşlar, ilkbaharda böcekler, ikindiden sonra kurbağalar, na­sıl zikir halkasına geçerler, her biri nağmesiyle, sesiyle, hareketiyle ismini söyler, coşar, sonra yeminin peşine koşar, öyle değil mi?

            Zikirleri anlamasak dahi, yani ne dediklerini bilmesek dahi seslerini işitiyoruz değil mi?

            Kümeste istirahat eden horozların, gece uyan­masını, kulak asmasını, meleklerin: “Kalk! İbadete kalk! Kalk! Teheccüde kalk!” sesini işitmesiyle ka­natlarını çırpa çırpa korkuya kapılmışçasına titreyerek cezbe halinde ötüşünü görüyoruz değil mi?

            Horoz nasıl saatleri bilir?.. İşte Allah'ın kendisine verdiği kulak cihazıyla, hissiyle, tabiatiyle bilir.

            İşte böylece Allah Teâlâ insanı yaratırken, ona da Varlığı'nı bildirmekte ve sinir sistemleri içerisinde gizlemektedir.

            Ayrıca ilk insana Allah Teâlâ, hayvanlara vermiş olduğu his özellikleriyle beraber akıl ve iradeye sahib ulvî ve üstün bir ruh da verdi. Yani önce bahsettiğimiz meleklerin varlığı gibi ayrıca bir ruh daha verdi.

            Allah Teâlâ, tabiî ve irâdî olmak üzere iki kanunu kendisine tahsis ettiği için bu ruh, akıl ve iradeyle hayvandan ayrıldı. Artık zikri, fikri, ibadeti, tabiatiyle değil, iradesiyle icra eder. Ve bununla mükellef kılındı.

            Ruhla birlikte istekli hareket, istekli durmak, istekli avlamak, istekli avlamamak, istediği anda yap­masından vazgeçmek yahud yapmamasından vazgeçmek, doğrusu «nuzû'-i fiilî» gibi bir gücü daha verdi. İşte bu güce «yapabilmek gücü» = «cüz'î irade» = «cüz'ü ihtiyâriyye» = «kuvve-i meysere» de denilmektedir.

            Artık insan iradesiyle Allah Teâlâ'ya boyun eğer, Rabb olmaklığını kabul eder veya etmez.

            Ayrıca akıl da verdi. Azmayı verdi. Yazma ve her sanatın kabiliyetini verdi. Azması = işi prog­ramlaması, karar vermesiyle Allah kendisine yaratır, demek olur. Buna Tevhîd denilir. Yani Tevhîd, “Her şeyi Allah yarattı.” diye tasdik ve hükmetmektir.

            İnsan, tabiî kanunda hayvanla ortak, ruh ve akıl cihetiyle melekle ortak, nefsânî istek ve arzusuyla şeytanla ortak ve iradesiyle de müstakildir = hepsinden ayrıdır.

            İşte bu ilk insanın adı Âdem'dir. Âdem'in mana­sı, her iki kanunu = irâdî ve tabiî kanunu bir arada toplayan demektir.

            وَعَلَّمَ اٰدَمَ الاَسْمَاءَ كُلَّهَا “Allah Teâlâ yarattığı Âdem'e hem kendi Zâtı'nın isimlerini, hem de görmüş olduğu­muz çayırların, ağaçların, madenlerin isimlerini öğ­retti.”

            Bu büyük mahluku meleklerine gösterdi; sonra meleklere kıble yaptı; kendisine secde etmelerini emretti. Bütün melekler Âdem'e yönelerek Allah'a secde ettiler.

            Şeytan = Ezâzil, Âdem'in yaratılışından önce yeryüzünde kavminin ulusu idi. Kavmi = kabilesi isyan ettiler. Allah onları cezalandırdı, hepsini yok etti. Ezâzil yalvarmıştı da, bu sebeble meleklerin içerisine alınmıştı.

            كُلُّ شَىْءٍ يَرْجِعُ اِلَى اَصْلِهِ “Her şey aslına döner.” kaidesince, kavminin helak olmaklığını unuttu, aslı­na dönüştü, ğaflete kapıldı, Allah Teâlâ'ya karşı gel­meye cür'et etti. Derken kibirlilik yani ululuğu taslamak, Âdem'den hased etmek yani kıskanmaktan dolayı secde etmedi. Allah'ın ğazabına uğradı. Zaten şerli idi.

            Sonra Allah Teâlâ ilk insan olan Âdem'den bir parça ayırarak eşi olmak üzere Havva Anamız'ı yarattı.

            Her ikisi de cennette idiler.

            Secde etmemesi sebebiyle cennetten kovulan şeytan, Âdem'in bedeninin sinir sistemi içinde hayvanî hisleriyle irtibat kurdu; sihirbazlığıyla Âdem'e bir nasihatçi görüldü. Âdem Peygamber şeytanı tanıyamadı, sözünü dinledi, dost zannetti.

            Derken buğday yemesinin yasaklığının kesin olmadığını zannederek buğdaydan yedi.

            Cennetten Havva'yla birlikte yeryüzüne düştü. Zaten İlâhî takdir ve hüküm de böyleydi.

            Sonra çocukları oldu. Çoçukları hakkında do­ğurma kanunu tahsis etti. Hep fıtrî yani doğuş üzerinde yetişip büyüdüler. Akıllarının yahud ruhlarının yahud kalblerinin yahud sinir sistemlerinin yahud hepsinin içerisinde Yaratıcı'nın varlığı hissi, sevgisi ve korkusu vardı; hep O'nu düşünürlerdi; kuşlarla, ağaçlarla zikr-u tesbih ederlerdi.

            Aradan zaman geçti; İblis'in de çocukları ço­ğaldı; iblisin nesli Âdem'in çocuklarına musallat oldular, hayvânî hislerinin sinir sistemleriyle = nefsleriyle irtibat kurdular. Toprağın özünden hayvana, hayvandan babalarına, ana babalarından kendilerine intikal eden av ve avcılık yani hayvânî kuvvet = hayvânî istek ve arzuları kendilerine içten saldırdı. Bilmedikleri birçok şeyleri, şeytanın fısıltısından, vesvesesinden, aynanın aksi gibi aldılar. İçlerine şer girdi, yerleşti, tabi'lendi, tabiatlendi = âdet haline geldi.

            Şer yerleşince Allah Teâlâ kendilerine din = on suhuf = sahife olmak üzere bir kanun = nizamnâme = tüzük gönderdi. Âdem onlara bildirdi.

            Diğer taraftan şeytan da avları avcıları gözlerinin önüne getirerek, dünyaya aid zararları, menfe­atleri kendilerine tanıtarak hocalık yapmaya başladı.

            Âdem aleyhisselâm'ın çocukları arasında, Yara­tan'ın varlığı hakkında değil, sadece zarar menfeat, yaşamak yaşamamak, hâsılı amelî ve ahlâkî hisler harekete geçti. İstenilmeyen katli işlediler. Ve böylece devam etti.

            Ne faide ki, “İnsan inandığı gibi yaşamazsa, ya­şadığına inanmaya başlar.” kaziyesinin hükmünce, ihtilafları, ruhlarında merkezlenmiş imana sirayet et­ti.كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الكِتَابَ بِالحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ وَ مَا اخْتَلَفَ فِيهِ اِلاَّ الَّذِينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ البَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الحَقِّ بِاِذْنِهِ وَاللّٰهُ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ “İnsanlar bir tek ümmet = Tevhîd dîni üzerinde iken, bilahare kiminin imana, kiminin de küfre sapmaları sebebiyle Allah, müjdeleyici ve korkutucu elçiler göndererek beraberlerinde, insanların ihtilafa düştükleri şeylerde arala­rında hak ve adaletle hüküm etmek için kitabları dahi indirdi. Apaçık hükümler kendilerine gelen ehli kitab­dan başkası, dînî hükümlerde hasedden dolayı ihtilaf = muhalefet etmediler. Ve binnetice Allah, izniyle ihtilaf ettikleri sebebiyle iman edenleri hak ve dosdoğru yolu bilip seçmeye iletti. Allah kimi dilerse onu dos­doğru yola iletir.”[[3]] buyrulduğu üzere tefrikaya düş­tüler.

            Bundan önce şirkin, küfrün ne olduğunu bilmezlerdi, nifak da bilmezlerdi, yani inkarı da bilmezlerdi. Nuh Peygamber'in zamanına kadar böyle devam etti...

            Nuh Peygamber zamanı iş, amelden inanca ka­dar vardı. Şeytanın, meleklerin, duaları kabul olan­ların, gezegen gibi sebeblerin, zarar verici, faide verici olacağına kanaat ettiler, buna inandılar; şirke düştüler. Şirkten sonra kimisi inkarı, kimisi de Tev­hîd dînini seçti.

            Derken şeytan maksadına ulaştı. İnsanlar kaydı. Öyle devam olageldi...

            Derken fıtratından uzaklaşan zavallı insanlar, maksad olan hakîkî Yaratıcı'yı araç, Yaratıcı'nın ya­ratmış olduğu, kendisinden tesir görülen vasıtaları = araçları amaç edindiler. Böylece yol şaşırdılar.

            Zaman zaman insanlar çoğaldıkça ve yolunu şaşırdıkça, Yaratan'ını unuttukça = ruhlarının merkezindeki Yaratan'ın sevgisini, korkusunu, mesajları dinlemeyince, Tevhîdi bildirmeleri için Allah Teâlâ insan cinsinden seçkin yarattığı ve kendilerine vahiy gönderdiği nebî ve rasulleri gönderdi.

            Rasul ve enbiyâya gelen vahyi tarif etmekten aciziz. Ancak «Bal arısına gelen ilham, evliyâya ge­len ilhamın yüz cüz'ünden bir cüz; evliyâya gelen il­ham da, enbiyâya gelen ilhamın yetmiş cüz'ünden bir cüzdür. Salih mü'mine gelen ilham yahud gördü­ğü güzel rüya, enbiyanın vahyinin kırkaltı cüz'ünden bir cüzdür. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Ebû Hureyre, Ubâde bin Sâmit ve daha birçok sahabî radıyallahu anhum'un hadîsinde:اَلرُّؤْيَا الصَّالِحَةُ جُزْءٌ مِنْ سِتَّةٍ وَاَرْبَعِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ “Mü'minin yararlı salih rüyası, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir cüzdür.” diye buyrulmaktadır.» demekle ifade edilir.

            Allah Teâlâ, nebîler ve rasullerine emr ve ya­saklarını bildirdi; onlar da Allah Teâlâ'dan aldıkları emr ve yasakları sair insanlara öğrettiler. Böylece Musa aleyhisselâm'a Tevrat Kitabı'nı verdi; Davud aleyhisselâm'a Zebur Kitabı'nı verdi; Îsâ aleyhis­selâm'a İncil Kitabı'nı verdi.

            En son zamanda artık değişmeye elverişli olmayan, insanın doğumundan önce ve ölümünden sonraya kadar her cins her tabaka insanlara yol gösteren, mu'ciz, yani insanı âciz bırakan, tabiat kanununun çok fevkinde; mûciz, yani az öz kelime ve cümlelerle birçok manaları, hükümleri kapsayan Kur'ân'ı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e indirdi. İşte bu itibarla indirilen kitabın hükümleri din = şeriat = islam = millet ismiyle isimlendirilmektedir. Ve bunu öğrenmekle mükellefiz.

            İşte bu مُعْجِز = mu'ciz ve مُوجِز = mûciz Kur'ân, Arab harflerinin elif bâ harflerinden terkiblendiği ve kelime, cümle haline geldiğine rağmen, aynı cümlesinden, en avam tabakası = bedevi, kendi seviyesine göre anladığı gibi, herhangi bir ilimde ihtisas gören en zeki, en âlim de kendi seviyesine göre anlar. Mesela وَفِى السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ “Rızkınız da, size va'dedilen şeyler de semâdadır.”[[4]] Buna benzer çok ayetler...

            Nebîlerin bildirmiş olduğu emr ve yasakların da başlangıcı i'tikad olunca, her bir âlim kendi zama­nında herkesin anlayabileceği bir dille i'tikadın özetini yazıp nesillerine öğrettiler.

            İşte Hicrî 1195 tarihinde vefat eden büyük mütefekkir Erzurum'lu İbrahim Hakkı Efendi, Ehli Sünnet vel'Cemaatin i'tikadının izahını kafasında düşünerek üstün edebiyatıyla özleştirip dile getirerek:

 

خُدَا رَبِّمْ نَبِـــمْ حَقَّـا مُحَمَّـدْدِرْ رَسُـولُ اللّٰهْ

 

هَمْ اِسْلاَمْ دِينِدِرْ دِينِمْ كِتَابِمْدِرْ كَلاَمُ اللّٰهْ

«Hudâ Rabb'im Nebim hakka Muhammeddir Rasûlullah.

Hem İslam dînidir dînim kitâbımdır Kelâmullah.» dedi.[[5]]

            Bu deyişle, gerek Allah Teâlâ'nın varlığını inkar eden feylesofları, gerekse Yaratıcı'nın varlığını de­ğil, «Kul ile Allah arasına kul girmez, hiç kimse girmez» düsturunun bahanesiyle enbiyâ'-i izâmı inkar eden Semeniyye ve Berâhime gibi Hind feylesof­larını ve gerekse enbiya ve rasullere inanıp da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e inanmayan yahudi ve hristiyan bilginlerini, aynı zamanda «İslam Dîni = Kur'an ve hadis, zamanımıza göre yetersizdir.» diyen İbnu Râvendî gibi zamanımıza kadar uzanan sapık bilginlerin tümünü reddetti.

            Ve nitekim «Sefinet-un-Nûh min Vâridât-il-Fü­tûh», «Cilâu-l-Kulûb li Tecell-il-Matlûb» adlı eserlerinde, yer yer Ma'rifetnâmesi'nde, sair eserlerinde onların fikirlerini teker teker, basa basa reddetmiştir.

            Elimizde olan «Ehli Sünnetin Temel İ'tikadları» adlı manzumesi, on bir akâid metinlerinden hülasa­dır. Mesela «Kaside-i Nûniye» gibi, Şeyh-ul-İslam Sâdi Efendi'nin «Enâmil»i, «Vesâil»i, İmam Nesefî'­nin «Akâid-i Nesefî»si, İmam Ğazâlî'nin «İhyâ'»sının başında yazmış olduğu temel inançları, ölçüleri, «Cevheret-ut-Tevhîd» gibi Arabî manzumelerinden Türkçeleştirerek nazım halinde hazırladı; nesle emanet etti.

            O emanet, Ma'rifetnâmesi'nin içinde, müstakil olarak da kütübhanelerde kalmasın diye, tekrar ar­mağanını, sadece müslüman her okur yazarın oku­yabileceği, her ümmînin ezberden alabileceği manzumesini, 25.12. 1998 Ramazan-ı Şerîfi münasebetiyle tekrar gözden geçirerek kısaca şerh ve izahla yeniden gençlerimize vakıf olarak Allah için hediye ettim. «Size Sözüm, Öz İnci Armağan» diye isimlendirdim. Belki müellifi, okuyucular, bize şefaat ve dua ederler. Umarım...

            Ayrıca daha evvelden «Ehli Sünnetin Nazarı İ'tikâdın Ölçüsüdür» adlı eserimde uzun uzadıya şerhetmiştim. Gerek okuyanlar, gerekse benden sonra zekat ve fitre parasının dışında kendi malın­dan basıp neşreden ve gerekse okuyup ezberleyenlere Allah Teâlâ'dan feyz-u bereket, lütuflar dilerim, dualarını da taleb ederim. Zira bu manzumeyi müs­takil olarak Erzurum'da müellifine kadar icâzeli bir zattan da, Sâkıb Efendi'den de öğrenmiştim, oku­muştum. Ben de iş yoksa da, onların güçlü olduğu­na inanırım. Muvaffakiyet Allah'tan'dır. Vesselâmu aleykum ve rahmetullah.



[[1]]En-Nahl Sûresi ayet 68

[[2]]En-Nahl Sûresi ayet 69

[[3]]El-Bakara Sûresi ayet 213

[[4]]Ez-Zâriyat Sûresi ayet 22

[[5]]Marifetnâme'nin, itikadın düzeltilmesine ölçü 110 beytinin, metnini ve özet manasını aşağıda aktarıyoruz. Her bir beytte dört, mısrada sekiz mefâilun vardır. Şöyleki: Her bir beyt aruz ilmine göre bahr-i hezec'dendir ki, sekiz cüzden meydana geliyor; yani sekiz kere "mefâilun".. Hudâ Rabb'im - mefâilun / Nebim Hakka - mefâilun / Muhammed'dir - mefâilun / Rasû­lullah - mefâilun / Hem İslam dî - mefâilun / nidir dînim - mefâilun / kitâbımdır - mefâilun / Kelâmullah - mefâilun..