İLK İNSAN
Allah Teâlâ ilk insanın dimağı içinde faal hisler, hareketlerle çalışacak, bal arısının en azında üç milyar beyni kadar hücreleri yaratmıştır.
Ve Allah Teâlâ'nın seçkin yaratmış olduğu peygamberler, bu hücrelerinin tümünü çalıştırdıkları için, altıncı hissin çok fevkinde ve maddenin ötesinde olayları görüp müşahede ederler, sesler işitirler.
Ve Allah Teâlâ ilk insanı yaratırken nasıl tabiî kanunları kendisine bağışladıysa, öylece Kendi'ni yani Varlığı'nı, insan ve bütün hayvanlara bildirmektedir ve her bir hayvana bir isim tahsis etti, öğretti; o hayvan da, tabiatiyle O isimle Allah Teâlâ'yı zikretmektedir.
Mesela, görürsün, sabahın erkeninde kuşlar, ilkbaharda böcekler, ikindiden sonra kurbağalar, nasıl zikir halkasına geçerler, her biri nağmesiyle, sesiyle, hareketiyle ismini söyler, coşar, sonra yeminin peşine koşar, öyle değil mi?
Zikirleri anlamasak dahi, yani ne dediklerini bilmesek dahi seslerini işitiyoruz değil mi?
Kümeste istirahat eden horozların, gece uyanmasını, kulak asmasını, meleklerin: “Kalk! İbadete kalk! Kalk! Teheccüde kalk!” sesini işitmesiyle kanatlarını çırpa çırpa korkuya kapılmışçasına titreyerek cezbe halinde ötüşünü görüyoruz değil mi?
Horoz nasıl saatleri bilir?.. İşte Allah'ın kendisine verdiği kulak cihazıyla, hissiyle, tabiatiyle bilir.
İşte böylece Allah Teâlâ insanı yaratırken, ona da Varlığı'nı bildirmekte ve sinir sistemleri içerisinde gizlemektedir.
Ayrıca ilk insana Allah Teâlâ, hayvanlara vermiş olduğu his özellikleriyle beraber akıl ve iradeye sahib ulvî ve üstün bir ruh da verdi. Yani önce bahsettiğimiz meleklerin varlığı gibi ayrıca bir ruh daha verdi.
Allah Teâlâ, tabiî ve irâdî olmak üzere iki kanunu kendisine tahsis ettiği için bu ruh, akıl ve iradeyle hayvandan ayrıldı. Artık zikri, fikri, ibadeti, tabiatiyle değil, iradesiyle icra eder. Ve bununla mükellef kılındı.
Ruhla birlikte istekli hareket, istekli durmak, istekli avlamak, istekli avlamamak, istediği anda yapmasından vazgeçmek yahud yapmamasından vazgeçmek, doğrusu «nuzû'-i fiilî» gibi bir gücü daha verdi. İşte bu güce «yapabilmek gücü» = «cüz'î irade» = «cüz'ü ihtiyâriyye» = «kuvve-i meysere» de denilmektedir.
Artık insan iradesiyle Allah Teâlâ'ya boyun eğer, Rabb olmaklığını kabul eder veya etmez.
Ayrıca akıl da verdi. Azmayı verdi. Yazma ve her sanatın kabiliyetini verdi. Azması = işi programlaması, karar vermesiyle Allah kendisine yaratır, demek olur. Buna Tevhîd denilir. Yani Tevhîd, “Her şeyi Allah yarattı.” diye tasdik ve hükmetmektir.
İnsan, tabiî kanunda hayvanla ortak, ruh ve akıl cihetiyle melekle ortak, nefsânî istek ve arzusuyla şeytanla ortak ve iradesiyle de müstakildir = hepsinden ayrıdır.
İşte bu ilk insanın adı Âdem'dir. Âdem'in manası, her iki kanunu = irâdî ve tabiî kanunu bir arada toplayan demektir.
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الاَسْمَاءَ كُلَّهَا “Allah Teâlâ yarattığı Âdem'e hem kendi Zâtı'nın isimlerini, hem de görmüş olduğumuz çayırların, ağaçların, madenlerin isimlerini öğretti.”
Bu büyük mahluku meleklerine gösterdi; sonra meleklere kıble yaptı; kendisine secde etmelerini emretti. Bütün melekler Âdem'e yönelerek Allah'a secde ettiler.
Şeytan = Ezâzil, Âdem'in yaratılışından önce yeryüzünde kavminin ulusu idi. Kavmi = kabilesi isyan ettiler. Allah onları cezalandırdı, hepsini yok etti. Ezâzil yalvarmıştı da, bu sebeble meleklerin içerisine alınmıştı.
كُلُّ شَىْءٍ يَرْجِعُ اِلَى اَصْلِهِ “Her şey aslına döner.” kaidesince, kavminin helak olmaklığını unuttu, aslına dönüştü, ğaflete kapıldı, Allah Teâlâ'ya karşı gelmeye cür'et etti. Derken kibirlilik yani ululuğu taslamak, Âdem'den hased etmek yani kıskanmaktan dolayı secde etmedi. Allah'ın ğazabına uğradı. Zaten şerli idi.
Sonra Allah Teâlâ ilk insan olan Âdem'den bir parça ayırarak eşi olmak üzere Havva Anamız'ı yarattı.
Her ikisi de cennette idiler.
Secde etmemesi sebebiyle cennetten kovulan şeytan, Âdem'in bedeninin sinir sistemi içinde hayvanî hisleriyle irtibat kurdu; sihirbazlığıyla Âdem'e bir nasihatçi görüldü. Âdem Peygamber şeytanı tanıyamadı, sözünü dinledi, dost zannetti.
Derken buğday yemesinin yasaklığının kesin olmadığını zannederek buğdaydan yedi.
Cennetten Havva'yla birlikte yeryüzüne düştü. Zaten İlâhî takdir ve hüküm de böyleydi.
Sonra çocukları oldu. Çoçukları hakkında doğurma kanunu tahsis etti. Hep fıtrî yani doğuş üzerinde yetişip büyüdüler. Akıllarının yahud ruhlarının yahud kalblerinin yahud sinir sistemlerinin yahud hepsinin içerisinde Yaratıcı'nın varlığı hissi, sevgisi ve korkusu vardı; hep O'nu düşünürlerdi; kuşlarla, ağaçlarla zikr-u tesbih ederlerdi.
Aradan zaman geçti; İblis'in de çocukları çoğaldı; iblisin nesli Âdem'in çocuklarına musallat oldular, hayvânî hislerinin sinir sistemleriyle = nefsleriyle irtibat kurdular. Toprağın özünden hayvana, hayvandan babalarına, ana babalarından kendilerine intikal eden av ve avcılık yani hayvânî kuvvet = hayvânî istek ve arzuları kendilerine içten saldırdı. Bilmedikleri birçok şeyleri, şeytanın fısıltısından, vesvesesinden, aynanın aksi gibi aldılar. İçlerine şer girdi, yerleşti, tabi'lendi, tabiatlendi = âdet haline geldi.
Şer yerleşince Allah Teâlâ kendilerine din = on suhuf = sahife olmak üzere bir kanun = nizamnâme = tüzük gönderdi. Âdem onlara bildirdi.
Diğer taraftan şeytan da avları avcıları gözlerinin önüne getirerek, dünyaya aid zararları, menfeatleri kendilerine tanıtarak hocalık yapmaya başladı.
Âdem aleyhisselâm'ın çocukları arasında, Yaratan'ın varlığı hakkında değil, sadece zarar menfeat, yaşamak yaşamamak, hâsılı amelî ve ahlâkî hisler harekete geçti. İstenilmeyen katli işlediler. Ve böylece devam etti.
Ne faide ki, “İnsan inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığına inanmaya başlar.” kaziyesinin hükmünce, ihtilafları, ruhlarında merkezlenmiş imana sirayet etti.كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللّٰهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَاَنْزَلَ مَعَهُمُ الكِتَابَ بِالحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ وَ مَا اخْتَلَفَ فِيهِ اِلاَّ الَّذِينَ اُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ البَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ فَهَدَى اللّٰهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الحَقِّ بِاِذْنِهِ وَاللّٰهُ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ “İnsanlar bir tek ümmet = Tevhîd dîni üzerinde iken, bilahare kiminin imana, kiminin de küfre sapmaları sebebiyle Allah, müjdeleyici ve korkutucu elçiler göndererek beraberlerinde, insanların ihtilafa düştükleri şeylerde aralarında hak ve adaletle hüküm etmek için kitabları dahi indirdi. Apaçık hükümler kendilerine gelen ehli kitabdan başkası, dînî hükümlerde hasedden dolayı ihtilaf = muhalefet etmediler. Ve binnetice Allah, izniyle ihtilaf ettikleri sebebiyle iman edenleri hak ve dosdoğru yolu bilip seçmeye iletti. Allah kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir.”[[1]] buyrulduğu üzere tefrikaya düştüler. Bundan önce şirkin, küfrün ne olduğunu bilmezlerdi, nifak da bilmezlerdi, yani inkarı da bilmezlerdi. Nuh Peygamber'in zamanına kadar böyle devam etti...
Nuh Peygamber zamanı iş, amelden inanca kadar vardı. Şeytanın, meleklerin, duaları kabul olanların, gezegen gibi sebeblerin, zarar verici, faide verici olacağına kanaat ettiler, buna inandılar; şirke düştüler. Şirkten sonra kimisi inkarı, kimisi de Tevhîd dînini seçti.
Derken şeytan maksadına ulaştı. İnsanlar kaydı. Öyle devam olageldi...
Derken fıtratından uzaklaşan zavallı insanlar, maksad olan hakîkî Yaratıcı'yı araç, Yaratıcı'nın yaratmış olduğu, kendisinden tesir görülen vasıtaları = araçları amaç edindiler. Böylece yol şaşırdılar.
Zaman zaman insanlar çoğaldıkça ve yolunu şaşırdıkça, Yaratan'ını unuttukça = ruhlarının merkezindeki Yaratan'ın sevgisini, korkusunu, mesajları dinlemeyince, Tevhîdi bildirmeleri için Allah Teâlâ insan cinsinden seçkin yarattığı ve kendilerine vahiy gönderdiği nebî ve rasulleri gönderdi.
Rasul ve enbiyâya gelen vahyi tarif etmekten aciziz. Ancak «Bal arısına gelen ilham, evliyâya gelen ilhamın yüz cüz'ünden bir cüz; evliyâya gelen ilham da, enbiyâya gelen ilhamın yetmiş cüz'ünden bir cüzdür. Salih mü'mine gelen ilham yahud gördüğü güzel rüya, enbiyanın vahyinin kırkaltı cüz'ünden bir cüzdür. Nitekim Müslim ve Buhârî'nin tahric ettikleri, Ebû Hureyre, Ubâde bin Sâmit ve daha birçok sahabî radıyallahu anhum'un hadîsinde:اَلرُّؤْيَا الصَّالِحَةُ جُزْءٌ مِنْ سِتَّةٍ وَاَرْبَعِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ “Mü'minin yararlı salih rüyası, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir cüzdür.” diye buyrulmaktadır.» demekle ifade edilir.
Allah Teâlâ, nebîler ve rasullerine emr ve yasaklarını bildirdi; onlar da Allah Teâlâ'dan aldıkları emr ve yasakları sair insanlara öğrettiler. Böylece Musa aleyhisselâm'a Tevrat Kitabı'nı verdi; Davud aleyhisselâm'a Zebur Kitabı'nı verdi; Îsâ aleyhisselâm'a İncil Kitabı'nı verdi.
En son zamanda artık değişmeye elverişli olmayan, insanın doğumundan önce ve ölümünden sonraya kadar her cins her tabaka insanlara yol gösteren, mu'ciz, yani insanı âciz bırakan, tabiat kanununun çok fevkinde; mûciz, yani az öz kelime ve cümlelerle birçok manaları, hükümleri kapsayan Kur'ân'ı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e indirdi. İşte bu itibarla indirilen kitabın hükümleri din = şeriat = islam = millet ismiyle isimlendirilmektedir. Ve bunu öğrenmekle mükellefiz.
İşte bu مُعْجِز = mu'ciz ve مُوجِز = mûciz Kur'ân, Arab harflerinin elif bâ harflerinden terkiblendiği ve kelime, cümle haline geldiğine rağmen, aynı cümlesinden, en avam tabakası = bedevi, kendi seviyesine göre anladığı gibi, herhangi bir ilimde ihtisas gören en zeki, en âlim de kendi seviyesine göre anlar. Mesela وَفِى السَّمَاءِ رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ “Rızkınız da, size va'dedilen şeyler de semâdadır.”[[2]] Buna benzer çok ayetler... Nebîlerin bildirmiş olduğu emr ve yasakların da başlangıcı i'tikad olunca, her bir âlim kendi zamanında herkesin anlayabileceği bir dille i'tikadın özetini yazıp nesillerine öğrettiler.
[[1]]El-Bakara Sûresi ayet 213
[[2]]Ez-Zâriyat Sûresi ayet 22