Nisbet Nedir?
Tasavvufta velî bir zâtla mânevî irtibat, feyz alma, huzûr.
Nakşilikte nisbet; Hakk ile sâlik arasındaki sevgi ve alâkaya verilen isimdir.
Hâce Ammek adlı bir yakınına yazdığı mektupta İmam, Nakşî nisbetini şöyle anlatır:
Muhterem Oğlum! Bu yüce silsilenin büyükleri (k.s) buyuruyorlar ki; Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir. Burada anlatılan nisbet tabiri ile huzur ve şuur kastedilmektedir. Bu büyüklere göre makbul olan huzur; kendisinde gaiplik hali olmayan huzurdur. Böyle devamlı olan huzura ise (Yâd Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd dâşt olmaktadır.
İmam’ın sözlerinden anlaşıldığına göre onun Hakk ile özel bağ olarak tabir edebileceğimiz nisbet kelimesini en iyi anlatan Nakşî prensibi Yâd Daşt kavramıdır. Nakşî nisbetinin üstünlüğü bu kavramda aranmalıdır ona göre:
Bu fakirin anladığına göre, yâd dâşt’ın tafsilatı şudur: Allah Teâlâ’nın isimleri, sıfatları fiilleri ve itibârları düşünülmeksizin, yalnız Zât-ı ilâhînin zuhûr etmesine yani kalbe, ruha görünmesine “Tecellî-i Zât” denir.
Bu tecelliye; Tecellî-i Berkî, şimşek tecellisi demişlerdir. Yani, şü’ûn ve itibâr perdelerinin aradan kalkmasıyla zâtın görünmesi, şimşek çakar gibi bir an gelip geçer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bilakis huzur bir anlık olup gaybet hali sürekli olmakta ve sufinin çoğu vaktini işgal etmektedir. İşte Nakşî büyükleri böyle olan nisbete kıymet vermemiştir.
İmam’a göre Nakşîlikte muteber olmayan bu tür berkî tecellîyi diğer tarikatlar sonun sonu yani en üstün mertebe olarak görürler. Nakşî büyükleri ise aksine bununla yetinmezler ve daimi tecelliyi terviç ederler. Onlara göre söz konusu huzur hali devamlı olup asla perdelenme olmaz; isim, sıfat, şuun itibarlarının perdesi olmaksızın Hakk Teala devamlı tecelli ederse gaybetsiz huzur gerçekleşir. Bu durum Nakşî meşayihini diğer tarikatların şeyhlerinden ayırıcı bir özelliktir. İmam bu durumun o dönemde fazla bilinmediğini hatta Nakşî silsilesinde olan bazı kimselerin bile bunu unuttuğunu söyler:
Bu yüksek nisbet, öyle garip oldu ki, bu silsilenin erbabına durumu anlatsam çoğunun bunu inkâr etmesi muhtemeldir. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allah Teâlâ’nın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektedir. Yukarıda olmak hayale gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarikatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki yukarıda bildirdiğimiz Yâd dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları aşıldıktan sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. (27. Mektup)
İmam’a göre bu nisbeti yani mânevi hali elde etmek için halis bir niyetle mürşidin sohbetinde bulunmak gerekir. Bu nisbeti söz veya yazı ile açıklamak mümkün değildir. Zira nisbet ancak hal transferi ile elde edilebilir, tecrübe edilmeden anlaşılamaz. Zira her makamın kendine has bilgi, vecd ve halleri vardır. Bir makamda zikir ve teveccüh uygun iken diğer bir makamda Kur’an okumak ve namaz kılmak münasip olur. Bazı makamlar sadece cezbe yoluna mahsustur, bazıları da seyr u süluka özgüdür. Bazı makamlar ise her ikisiyle yani süluk ve cezbe ile iç içedir. Makam vardır ki her ikisinden de uzaktır, yani ne cezbeyle ne de süluk ile bir alâkası vardır. İşte en yüksek makam bu olup Allah Resulü’nün sahabesi bu makamla insanlar arasında mümtaz bir yer kazanmıştır. İmam’a göre Ashab-ı Kirâm tasavvufi metotların üstünde bir yer alır, onlar cezbe ve süluka girmeden sırf Hazret-i Peygamberi görmenin şerefi ile en üstün kemâlâta ermişlerdir. Başka bir deyişle onların nisbeti bütün tasavvufi nisbetlerin üstündedir. (32. Mektup)
İmama göre tasavvufî nisbetlerde de asıl olan ilerlemedir. Bir önceki şeyhe göre sonra gelen zamanına uygun içtihatlar yapabilir, değişik uygulamalarla nisbeti zenginleştirip güçlendirebilir. İmam geçmişin aşırı şekilde idealleştirilerek değişime ve gelişime kapalı bir tasavvuf anlayışı sergilemesini kabul etmez ve bu konuda halifelerini uyarır:
Mektubunuzda Şeyhimizin nisbetlerinin hala devam ettiğini, ne kadar zaman geçerse geçsin bu nisbette artma ve azalma olmayacağını yazmışsınız. Ey saygıdeğer kardeşim! Bir sanatın kemale ermesi ancak fikirlerin ve düşüncelerin birbirine eklenmesi ile olur. Öyle değil mi? Sibeveyh’in kurduğu Nahiv ilmi sonradan gelen nahivcilerin katkılarıyla onlarca kat gelişmiştir. Aslında bir ilmin çoğalmadan aynı kalması noksanlık olur. Nitekim Bahauddin Nakşibend hazretlerinin zamanında bulunan nisbet, Abduhâlik Gucdüvani Hazretlerinin zamanında yoktur. Her zaman da böyle olmuştur. Bundan başka, kıymetli hocamız Bâkî-billah hazretleri, bu nisbeti daha da olgunlaştırmak istiyordu. Eğer daha yaşasaydı, Allah Teâlâ’nın iradesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekti. Bunun yükseltilmemesi için uğraşmak doğru değildir.
İmam Rabbanî hazretleri bu sözleri ile durağan bir tasavvufu değil de, aksine zaman ve zeminin şartlarına uygun bir tasavvufi terbiyeyi savunmaktadır. Bu açıdan bir mürşidin vefatı ile onun yerine irşad ile vazifelenen mürşid arasındaki terbiye metotlarındaki farklılık normal, hatta gereklidir. Eğer böyle olmasaydı tasavvuf bir araç değil amaç olur, ruhbanlıkta olduğu gibi hiçbir şekilde değişmediği için insanlığa rehberlik edemezdi.
Bu sebeple özellikle sâlikler, mürşid değişikliğinde önceki dönemleri aşırı idealize ederek değişime kapalı olmamalı, hayattaki mürşidin tavsiyelerine can u gönülden kulak verme konusunda ihmal göstermemelidirler.
NİSBET NEDİR?
Nisbet, Allah-u Teâlâ’nın Resulü Ekrem vasıtasıyla insanlara gönderdiği feyzidir. Bu feyiz önce Resulü Ekrem’e, O’ndan da bağlı olduğu tarikatın büyüklerinden sırasıyla kendi şeyhine, ondan da müridlere taksim edilir.
İnsanın bu nisbetten faydalanabilmesi için, nisbetin zamanlarına ve yerlerine dikkat etmesi gerekir. Mesela sabah namazından sonraki nisbet farklıdır, ikindi namazından sonraki nisbet farklıdır, akşam namazından sonraki nisbet farklıdır. Allah-u Teâlâ her vakitte insanlara farklı nisbetler ihsan etmiştir. Bu vakitleri takip edip, değerlendirmek gerekir. Seher vakti tüm mahlûkat Allah’ı zikreder, o vakti uyanık geçirmek çok faziletlidir. Teheccüd vakti günün en kıymetli vakitlerinden biridir. Bu vakit insanın Allah-u Teâlâ’ya en yakın olduğu vakittir. Bu vakitleri Allah-u Teâlâ’yı anarak geçirmek gerekir.
Sadece vakitlerin değil bulunulan mekânlarında nisbeti birbirinden farklıdır. Mesela Resulü Ekrem’in sünnetine uygun bir hayat süren, şeyhine muhabbeti çok olan, ibadet ehli bir kimsenin evindeki feyizle, sünnetlere daha az dikkat eden, muhabbeti eksik olan kimsenin evinin feyzi farklıdır.
Nisbet her zamana, her mekâna ve her insana gelir. Müslüman’a da gelir, kâfire de gelir. Lakin kalp hali bu feyze açık, onu almasını bilen kişilerin kalbine yerleşir. Şah-ı Nakşibend Hz. bazen talebelerini çarşıya, pazara gönderirdi. Buralarda gezen insanların kalbi Allah-u Teâlâ’dan uzaklaşırsa ortamdaki feyz kimsenin kalbine girmez. Fakat böyle bir kalabalığa giren, kalbi Allah-u Teâlâ’nın feyzine açık insan orada bulunan tüm feyzi kendi kalbinde toplar. Böyle ortamlarda kalp halini muhafaza etmek oldukça zordur. Bunun için Allah-u Teâlâ’dan vaktin nisbetinden faydalanmayı dilemek gerekir.
Melekler her sabah insanların rızkını dağıtırlar. Uyanık olanların rızkını verir, uyuyanların rızkını da uyanık olanlara verirler. Yahudiler bunu bildikleri için seher vaktinde asla uyumazlar. Küçük çocuklarını dahi vaktin nisbetinden faydalanması için uyandırırlar. Bu nedenle hem maneviyat hem de rızık bolluğu için seher vakitlerini uyanık geçirmek gerekir.
Abdurrahman-i Taği Hz. bir sohbetinde şöyle dedi:*
“ Gecenin ilk kısmının Nisbeti, son kısmının nisbetinden farklıdır. Gecenin son kısmının nisbeti de gündüzün ilk kısmının nisbetinden, bu da gündüzün orta kısmının nisbetinden, bu da gündüzün son kısmının nisbetinden farklıdır. Bir mevsimin nisbeti, diğer mevsimin nisbetinden de farklıdır. Çünkü feyzler devamlı suretle geldiği için, birbirinden farklıdır, bunları gözetmek gerekir.
Feyzin gelmediği hiçbir vakit yoktur. İnsan tüm bu vakitlerin nisbetinden faydalanabilir fakat kalp başka şeylerle meşgul olduğu için bu feyzi alamaz. Bu nedenle insan her vaktin feyzinden fayda görmek için kalbini hazır bulundurması gerekir.”
Cahillerle, âlimlerin nisbetleri birbirinden farklıdır. Bilenlerle bilmeyenler bir olmazlar, hepsinin nisbeti başkadır. Âlimlerle cahiller bir araya toplanırlarsa nisbetleri başka, kendi aralarında toplanırlarsa nisbetleri başka olur. Âlimlerin kalbi her an uyanık olduğundan, bir araya toplandıklarında o ortama gelen feyz çok farklıdır. Abdurrahman-i Taği Hz. (k.s); “Bazen âlimlerin avamla birlikte teveccühe katılmalarını tavsiye ederim. Çünkü feyzler teveccühe katılan kişilerin sayısına göre gelir. Toplumda da âlim zatların sayısı az olduğundan, avamın arasında sayıları oldukça az kalır, onların teveccühü daha farklıdır. Kıskançlık ihtimali olmadıkça âlimlerin avamla bir araya gelmelerini tercih ederim, buna karşılık kıskançlık ihtimali varsa ayrı ayrı toplanmalarını tavsiye ederim. Çünkü avamın teveccühü âlimin teveccühünden çok başkadır. Bazen birinin teveccühü bir saat sürerken, diğerinin teveccühte bulunmaması dahi mümkündür.” diyor.
Müridin kendi nisbetinden sıyrılması, kemal sıfatlara talip olmakla olur. Bu da müridin kendi halini, eksikliklerini bilip bunları düzeltmek ve daha iyi olmak için şeyhine talep etmesi, bunun için gayret etmesidir. Bu talep, dua ile rabıta ile olabilir. Fakat dil ile söylemek bunun için yeterli değildir. Mürid halinin düzelmesinde gayret göstermeli, nefsinin arzu ve isteklerinden vazgeçebilmelidir.
Abdurrahman-i Taği Hz. (k.s) bir sohbetinde şöyle dedi:
“ Tarikatın amacı; nefsin alçaklığının ve pisliğinin farkına varmaktır. Çünkü fazilet şükürdedir, şükredicilik de bizden değildir. Çünkü insanda bulunan her iyi haslet ulu Allah’tandır. Kul şükredince onu buna Allah muvaffak ettiğine göre insana hiçbir şey kalmaz. Böylece insan kusurlu durumdan çıkmış olmaz.
Bu hikmetin ışığı altında Ulu Allah’ın Peygamber Efendimize (s.a.s) seslenen şu ayeti kerimesi üzerinde düşünmek gerekir: “ Buna göre Rabbinden mağfiret dile! Hiç şüphesiz O tövbeleri kabul edendir.”
Bilindiği gibi bu ayet, Peygamber Efendimizin (s.a.s) vefatında az önce nüzul olmuştur. Çünkü günahlar ya şeriatla ilgili günahlardır, yani haramlardır ve peygamberler bundan korunmuşlardır, ya da varlık duygusundan ileri gelen günahlardır ki bu çeşit günahlar herkes için söz konusudur. İnsanın kendini üstün görmesi, yeterli görmesi, kibirli olması, gurur ve enaniyet duygusu insana has duygulardır. Bunların hepsi, nefsi günahlardır. Bu sebeple insan kendinde bulunan güzel huyları kendinden bilmeyip, Allah-u Teâlâ’nın ona ihsanı olarak görmelidir. Bu şekilde insan iyi huylarını Allah’tan, kötü huylarını kendinden bilerek Allah-u Teâlâ’dan mağfiret dilemelidir. Böylece insanda nefis hali gelişmemiş olur.
Abdurrahman-i Taği Hz. bir sohbetinde şöyle dedi:
“ Benim sohbetlerimde iki konuya ağırlık vermek âdetimdir. Bu iki konu ölüm ve dünyayı kötüleyip kalbin ondan nefret etmesini sağlamaktır. Aslında Nakşibendî sohbetinin adabında ölümle korkutmak yoktur fakat ben sık sık ölümü hatırlatırım. Çünkü Peygamber Efendimiz (sas) buyuruyor ki: “ Kim günde yirmi kez ölümü hatırlar ya da ölümden bahsederse; Allah-u Teâlâ ona şehitlik makamını nasip eder.” Bu nedenle ben ölümden bahsederim ki; kalp göçmeye gaye edinsin, bu dünyadan gideceğini bilsin, dünyanın hırs ve nimetlerine kapılmasın.”
İnsanın kalbi dünyayı sever, bu dünyada ona cazip gelen pek çok dünya nimeti vardır. Bunlar da insana Allah-u Teâlâ’yı unutturur. Kalbi bu halden vazgeçirmek için devamlı dünyanın kötü bir yer olduğunu kendi kendine telkin etmek gerekir. Resulullah (s.a.s) “ Dünyada rahatlık yoktur.” demiştir. Bir sıkıntı bittiği zaman, diğeri başlar. Bu nedenle insan bu dünyanın rahatlık yeri olmadığını bilip, kendini her zaman ahirete hazırlamaya, iyi olmaya gayret etmelidir.
Abdurrahman-i Taği Hz. bir sohbetinde şöyle dedi:
“ Ğöğsün açılmasından yani inşirah-ı sadrdan sonra nisbetin en kuvvetli derecesi; onun deniz dalgaları gibi gelmesidir. Bundan sonra gelen dereceler sırasıyla; çiğ şekliyle, duman şekliyle ve koku biçiminde olur.”
İnşirah-ı sadr Peygamber Efendimize (s.a.s) iki kez yapılmıştır. Melaikeler gelip efendimizin göğsünü açıp, kalbini altın bir tas içerisinde gökyüzünden getirmiş oldukları bir suyla yıkadılar. Biri çocukluk zamanında yapılmıştır. Fıtrat bakımından çocuklar birbirleriyle oynamayı severler fakat Resulü Ekrem (s.a.s) göğsü yarılıp, kalbi yıkandıktan sonra çocuklarla oynamak yerine Allah-u Teâlâ’yı düşünmeyi tercih etti.
Diğeri ise; gençlik yıllarında yapılmıştır. Resulü Ekrem (s.a.s) gençlik çağında ticaret yapıyor, kervanlarla ilgileniyordu. Ticaret insan kalbini meşgul eden bir iştir. Allah-u Teâlâ kalbinde ticaret sevgisinin yerleşmemesi için O’nun kalbini bundan temizlemiştir.
Göğsün açılması nisbetten faydalanmanın en üst derecesidir. Büyük zatlarda bunu yaşarlar. Allah-u Teâlâ tarafından manevi olarak onların da göğüsleri açılır ve kalpler temizlenir.
Abdurrahman-i Taği Hz. bir sohbetinde; virdleri terk etmenin varlık duygusundan ileri geldiğini söyledi. Böyle insanlar kendini o kadar beğenirler ki Allah-u Teâlâ’nın zikrinden vazgeçerler.
Abdurrahman-i Tagi Hz. Nurşin köyündeki bir sohbetinde şöyle bahsetti:
“Hace Muhammed Parsa, Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin talebelerinden biridir. Parsanın kelime manası dilenci demektir. Kendisine parsa denmesinin sebebi, birgün Şah-ı Nakşibend Hazretleri’nin kapısını biri çalıyor. Kapıyı açan zat karşısında üstü başı eski birini görünce kapıdakini dilenci zannediyor. Şah-ı Nakşibend Hz. onu içeriye alıyor, kıyafetlerinden dolayı o günden sonra adı parsa olarak kalıyor.
Muhammed Parsa Hz.’nin kalbi dardı. Kalbine Allah’tan başkası sığmadı. Allah kalbine yerleşince artık daha fazla yükselemedi. Buna karşılık Hace Alaaddin Attar Hz.’nin kalbi geniş olduğu için hem Allah’ı, hem de şeyhini içine sığdırabilmişti. Böyle olunca nefsini devamlı gaflet halinde gördüğü için yükselmeye devam etti, oysa kalbi gafil değildi.”
Sözlerinin burasında; “Alaaddin Attar Hz.’nin kalbinin geniş olması kendi elinde miydi?” sorusu üzerine; “Hayır, bunun kaynağı varlık duygusundan sıyrılma seyrinin gelişmesini, diğer alanlardaki gelişmesinden öne almaktır.” cevabını veriyor. Yani benlik halini hiç terk etmemiş, her zaman kendini eksik hissedip ilerlemeye çalışmış. Alaaddin Attar Hz. kendisi için; “Benim kalbim bir kuşun gagasını suya daldırıp çıkaracağı zaman kadar bile Allah-u Teala’dan gafil olmadı.” diyor. Böyle bir kalp haline sahipti, buna rağmen hep kendini eksik görmüş ve bu halini hiç terk etmemişti. Bu nedenle gelişmesi hep devam etti.
Ömrün hakkı için, O’nun bu kutsi sözlerini dinlerken anladım ki şeyhler, kabiliyetli müritlerinin cezbe ve müşahede alanlarındaki gelişmelerini ertelememek için onların kalplerini genişleterek daha çok yükselmelerini sağlarlar. Mürşitlerin vazifesi, müridin devamlı ilerlemesine, kalp halinin düzelmesine yardımcı olmaktır. Şeyhler müritlerini her zaman daha iyiye sevk etmek için uğraşırlar. Bu tutum, şeyhlerinden o müridlere bağışlanmış büyük bir lütuftur. Buna göre mürid, olanca gayretiyle varlık duygusundan sıyrılmaya çalışmalıdır.
Demek ki Abdurrahman-i Tagi Hz.’nin tavsiyesi; mürid hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın, ister yeni ister eski mürid olsun, her zaman kendini eksik, hatalı görüp varlık duygusundan sıyrılmaya çalışmalıdır. Ancak bu şekilde manevi yükselmeniz devam eder. İnsan kendini ne kadar kötü görürse hali o kadar iyi olacaktır. İnsanlar arasında ne kadar iyi olduğundan bahsetse de Allah isterse kulunu yükseltir, isterse zelil eder. Bu Allah-u Teâlâ’nın elinde olan bir şeydir.
Şeyh hazretleri sözlerine devem ederken Tarikat-ı Şerrai adlı kitaptan şu kıssayı anlattı:
“ Azizan Hz.’nin şöyle bir huyu vardı; müridlerinden birini kemale erdireceği zaman, onu cariyeme sarkıntılık etti diye şikâyet ederdi. Bu sebeple o müride dayak atılır ve o mürid bir süre hapse atılırdı. Ardından hâkim huzuruna çıkarılınca şeyhini yalanlamaya gönlü razı olmaz, cariyeye sarkıntılık yapmadığı halde suçu kabul ederdi. Hapisten çıktıktan sonrada şeyhini terk etmez, yine şeyhinin yanına gelirdi. Ölmek üzereyken de; “Olup bitenlerin hepsi yalandır, benim bir tek müridim bile yoktur, hiç olmamıştır.” dedi. Azizan Hz.’ne neden böyle yaptığı sorulunca; müridlerin benlik duygusundan tamamen sıyrılmaları için yaptığını söyledi. Abdurrahman-i Taği Hz. sözlerini şöyle bağladı:
“ Bu hikâyeyi okuyunca, sizleri de buna benzer şekilde imtihan etmek istedim fakat inkârcıların çıkaracağı dedikoduları düşünerek bu fikrimden vazgeçtim.”
Müritlik çok kolay bir şey değildir. Eskiden şeyhler müritlerini çok ağır şekilde imtihan ederlerdi. Müritler de itiraz etmez, sabır gösterirlerdi. Şeyhin huzurunda kendi nefislerini kötü bilip, yollarında ilerlemeye devam ederlerdi.
Hacı Bayram Veli Hz. Ankara’da yaşamış çok büyük bir zattır. Zamanın padişahı Hacı Bayram Veli Hz.’nin talebelerinden vergi alınmamasını emredince, artık Ankara’da devlet vergi toplayamaz hale geldi. Herkes vergi vermemek için Hacı Bayram Veli Hz.'nin müridi olduğunu söylüyordu. Bu durumu gelip Hacı Bayram Veli Hz.'ne bildirmişler, gerçekten herkes sizin müridiniz mi? diye sormuşlar. Hacı Bayram Veli Hz. de bunun üzerine; “O zaman kim benim gerçek müridim bir görelim bakalım.” dedi. Ankara'nın büyük meydanlarından birine çadır kurdurdu. “Bana bağlı olan herkes burada toplansın, bana bağlı olanları burada kurban edeceğim.” dedi. İnsanlar toplandılar. Çadırın içine bir müridini aldı ve sesini çıkarmamasını söyledi. Daha önceden çadıra getirdiği kurbanı kesdi. Çadırdan dışarı süzülen kanları gören herkes Hacı Bayram Veli Hz. aklını yitirdi, hepimizi kesecek diye koşarak kaçdılar. Hacı Bayram Veli Hz. dışarıda kaç kişinin kaldığını görmek için dışarıya çıkıp bakınca sadece iki kişinin olduğunu gördü.“İşte benim gerçek bağlılarım bunlardır, onlar da tam değildirler.” demişdir. Dışarıda kalan iki kişiden biri topal, diğeri ise kördü, kaçamadıkları için orada kalmışlardı.
Şeyhine gerçek bağlılık zor ve sıkıntılı zamanlardaki bağlılıktır. Her şey yolundayken, güzel sofralarda birlikte otururken herkes şeyhine bağlıdır, fakat zor anlarda şeyhinin yanında olanlar gerçek müridlerdir.
Abdurrahman-i Taği Hz. 1923 yılında Tercunk köyündeki bir sohbetinde bize varlık duygusundan sıyrılmanın faydasıyla ile ilgili şunları söyledi: