Hicrî 192'de vefat eden Humeyd bin Ziyad rahimehullâhu Teâlâ diyor ki: Ben ashab –yani Ali'yle Muâviye radıyallâhu Teâlâ anhumâ– arasında vukû' bulan fitneyi kasdederek Hicrî 116 civarında vefat eden Muhammed bin Ka'b el-Kurezî'den:
“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashabının görüşlerinden bana bahseder misiniz?” diye sordum.
Bunun üzerine Muhammed bin Ka'b el-Kurezî bana:
“Ğaliba sen Kur'ân'ı okumamışsın...
Allah Teâlâ Kitabı'nda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in ashabından iyilerine de kötülerine de cenneti va'detmiştir.”
Ben: “Allah Teâlâ Kitabı'nın neresinde onlara cenneti va'detmiştir?” diye sordum.
Muhammed bin Ka'b: “Subhânallah! Sen وَالسَّابِقُونَ الاَوَّلُونَ مِنَ المُهَاجِرِينَ وَالاَنْصَارِ “Öncelik derecesini kazanan Muhâcir ve Ensar...” ayetini okumadın mı?
Görmez misin: Şart koşmaksızın bu ayette Allah Teâlâ Peygamberi'nin, ashabının hepsine cennetini ve razı olmaklığını va'detmiş; fakat onlara tâbi' olan Müslümanların hakkında ise cennete girmeleri için şart koşmuştur.” dedi.
Ben:“Ne şart koşmuştur?” dedim;
Muhammed bin Ka'b: “وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِاِحْسَانٍ “...onlara iyilik yapmakla tâbi' olanlar...” buyurmasıyla onların sadece güzel amaç, iman ve salih amelde ashaba uymalarını; ashabın hatalarından sükût etmelerini şart koşmuştur, değil mi?” dedi.
Humeyd bin Ziyad diyor ki: “Allah'a andolsun, öyle deyince o anda ben kendimi, bu ayeti okumamış ve görmemiş gibi hissettim.”
Muhammed bin Ka'b el-Kurezî'ye: “Allah'ın rahmetinden mahrum olmanın alâmeti nedir?” diye sorulmuş;
“Başkasının iyiliklerini kötülemek yani görmemek, kendi kötülüklerini güzel görmektir.” cevabını vermiştir.
Allah Teâlâ'nın sevilmesine, iman ve amelde Nebîsi'ne uymak; iman ve amelde Nebîsi'ne uymaya da, ashabının sevilmesi şart koşulmuştur.
Bu takdirde bir insan Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'i severse, uyarsa, ashabını da sever, onlara uyar; ashabını severse, ashabın ardınca gidenleri de sever, onlara uyar, demek olur; derken Peygamber'i, ashabını ve ardınca gidenleri sevmeyenleri, eleştirmeye kalkışanları bırakıp terk eder. Aksi takdirde münkirlerinin dinlenilmesi, basîreti hak ve gerçeği görmekten kamaştırır; Din düşmanlarının tuzağına düşürür, şefaatlerinden mahrum kılar.
Asr-ı Saadette bir sürü insanın: “Vallâhi ya Muhammed, gerçekte biz Rabb'imizi severiz.” demeleri üzerine
قُلْ اِنْ كُنْتُ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Habibim de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, Bana = Peygamber'e uyun ki, Allah da sizi sevmiş olsun ve suçlarınızı örtsün. Hiç şübhesiz Allah çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir.”
buyurmasıyla Allah Teâlâ, kulun kendi iradesiyle Allah Teâlâ'yı sevmesinin ve mağfiretini kazanmasının, iman ve amel olarak son Peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e ittibâ' = her hususta uymak olduğunu açıklamış: Zâtı'nı sevmekten başka bütün tabiî sevgileri reddetmiştir.
Yani Allah Teâlâ sevilmesine, iman ve amelde Peygamber'e uymayı, Kur'an hükümlerini kabul etmeyi şart koşmuştur; اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ... “Seviyorsanız...” diye şart cümlesiyle, iman ve amelde Peygamber'e uymayanın, “Allah'ı severim.” demesinin, bâtıl bir iddia olduğunu açıklamıştır. Bu sebeble hadîs-i şerîfte:
لَنْ يَسْتَكْمِلَ مُؤْمِنٌ اِيمَانَهُ حَتَّى يَكُونَ هَوَاهُ تَبَعًا لِمَا جِئْتُ بِهِ
H.47: “Heva ve hevesi = istek ve arzusu, getirmiş olduğum Kur'an ve hadîsin hükümlerine uyuncaya kadar hiçbir Mü'min imanını kemle erdiremez.” buyruldu.