بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Evliyâ, velî kimdir?

            اَوْلِيَاء = «Evliyâ»nın tekili olan وَلِىُّ = «velî» kelimesi, lüğatte ya ism-i mef'ûl yahud ism-i fâildir. Lü­ğat bakımından velî: muhib = sevgi besleyen, karîb = yakın manasındadır. O halde birinci kademe olarak, hangi manada olursa olsun, ibadetle meşğul, günah işlemeyen; ikinci kademe olarak ise, Allah'ın Kendi hıfz ve himayesine alıp onu ibadet yapmaya ve hayr işlemeye muvaffak ettiği kimsedir.

            İşte istikameti doğru olan insanlardan aklın dı­şında = harikulâde vak'âlar tezahür ederse, bu ya peygamberdir yahud da velîdir.

            Peygamberlerin en büyüğü Hazreti Ahmed sal­lallâhu Teâla aleyhi ve sellem'den sonra nübüvvet ve risâlet olmadığına göre, Rasûlullah sallallâhu Te­âla aleyhi ve sellem'e uyarak tam istikametini doğ­rultan ve düzelten kimselerden harikulâde = keşif, sahih ilham, keramet görülürse, her ne suretle olursa olsun, onun ismi velîdir.

            Velî, ibadetle meşğul, istikameti düzgün olandır. İstikametsiz kimseden harikulâde bir şeyler görülür­se, ismi, «sihir», «istidrac», «tayret», «arâfet» ve «teneccüm»dür.

            Hatta bu ilimlere mübtela olanlardan çoğu, peygamberlik ve ilahlık dava etmeye kadar cür'et ederler.

            Ezcümle, ruh çağırma, cincilik diye tabir olunan şey bunlara dahildir. Çünkü istikameti doğru olma­yan, ervâh-ı habîse veya «ğul» diye tabir olunan şeytan, cin taifesiyle irtibat kurarsa, şeytan ve cinler ona ğalebe çalarlar. Eğer cin fâsık ise onu fâsık eder, kafir ise onu kafir eder.

            Binaenaleyh velî, ibadetle meşğul, istikameti düzgün olan kimsedir ki Yûnus Sûresi'nin üç ayetinde Cenâb-ı Hakk Celle Celâluh onları şöyle vas­fetmiştir:

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ اَلَّذِينَ اٰمَنُو
ا وَكَانُوا يَتَّقُونَ لَهُمُ البُشْرَى فِى الحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِى الاٰخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّٰهِ ذَالِكَ هُوَ الفَوْزُ العَظِيمُ

“Haberiniz olsun ki, Allah'a itaatle, ma'rifetinde istiğrak ile yaklaşan Allah'ın velî kulları üzerine hiçbir korku yoktur.
Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır.
Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde = hükmünde aslâ değişme yoktur. Bu en büyük saadetin ta kendisidir.”
[[1]] buyrulmaktadır.

            Ayet-i kerîmede velîler, “Onlar iman edip tak­vâya ermiş olanlardır.” diye vasıflanmakta ve velî, takvâ ve ibadetle tanınmaktadır.

            Takvânın da ilk derecesi, Allah Teâlâ'dan korkup, şirk, küfür ve nifaktan korunmaktır.

            İkinci derecesi, aşırı derecede Allah Teâlâ'nın sevgisinden dolayı yine Ma'bud'u ve Sevgili'sinin yüz çevirmesinden korkarak yasaklarını bilfiil büs­bütün terk etmek ve sevgilisinin hoşnutluğunu taleb etmek için de var gücüyle emrlerini bilfiil yapmaktır. Diğer ifadeyle velî, ma'siyeti işlemekte ölü, emrleri yerine getirmekte dinç ve diri olan insandır.

            Üçüncü derecesi, imanını şek, şübhe, nifak ve gösterişten koruduğu gibi, ma'siyeti düşünmekten dahi hayâ' etmek = utanmaktır. Allah'ın sevdiği kulu, aşırı derecede Allah Teâlâ'dan, meleklerinden, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in huzuruna çık­maktan titrer, hayâ' ile hayat bulur. Velî, ism-i mef'ûl manasında olduğuna göre, Allah Teâlâ da türlü salih rüya ve mükâşefeleri kendisine ihsan etmekle onu korur, hıfz-u himâyesine alır.

            Ayet-i kerîmedeki بُشْرَى = buşrâ kelimesine gelince, müjde = sevinçli haber mukabilinde verilen bahşiş demektir. Velînin, verilen müjdeyi alması, se­vinçli haber vermekle bahşişi hakeden kimsenin ha­line benzetilmektedir. Nasıl ki haber alan, haberin iti­bar ve ehemmiyeti nisbetinde bahşiş veriyorsa, öylece melekler, kulunun günahlardan kaçışını, ibade­te sarılışını, ma'bûdunun ismini zikredişini ve aklın­da hükmünü daimi tuttuğunu Allah Teâlâ'ya bildirin­ce, Allah Teâlâ da hoşnut olup o kulu kabul eder. Kabul etmesiyle de, onun sevgisini mahlukundan iyi­lerin kalbine yerleştirir.

            İkinci olarak da müjdelerle şereflendirir:

            1-Onlara gösterdiği salih rüyalar.

            2-Sahih mükâşefeler, özellikle ayet ve hadîsin manalarını anlamak gücünü vermesidir.
Nitekim:                وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“Allah'tan korkun, Allah size öğ­retiyor.”[[2]] mealindeki ayet-i kerîmeyle sabittir;

مَنْ عَمِلَ بِمَا عَلِمَ وَرَّثَهُ اللّٰهُ عِلْمَ مَا لَمْ يَعْلَمْ   

“Öğrendiği ilmiy­le amel eden kimseyi, Allah Teâlâ bilmediği ilimlere mirasçı kılar.” sözüyle de izah olunmaktadır.
Buna «ilm-i ledünnî» denilmektedir.

            Zamanımızda şeyhlik kisvesine bürünen ümmî­lerin sayıklamalarıyla, ilm-i ledünnî arasında çok fark vardır.

            Ümmî bir kimse dînî hükümlerden birini ele al­dığı, konu edindiği zaman, yanında satrelerden ilim öğrenen fakihler, itiraz edemezlerse, “Evet, dediğin şu kitabda vardır.” derlerse, yahud: “Sözün şu müc­tehidin sözüne benzer.” derlerse, bu zâtın ilmi «ilm-i ledünnî»dir, haktır; vasıtalı, vasıtasız, Allah ona öğ­retiyor demektir. Hatta söylediği sözlerinde onda ye­di yanılmazsa yine haktır.

            Hayır, bundan aşağı uyan uymayan taraflar olursa, adamın ilmi, «ledünnî» değil, «liennî» = indî görüşüdür, sayıklamasıdır.

            3-Hâlet-i nezd'de meleklerin onlara müjde vermeleridir; kabirde ve ahirette verecekleri müjde gibi.

            4-Meleklerin onlara yetişerek feyz-u saadetlerini bildirmekle müjdeleridir yahud işlerini görmeleridir.

            İşte bu itibarla:

كَـرَامـَاتِ وَلِـى حَقْــدِرْ نَبِـيـــسِى مُعْجِـزَاتِـيــدِرْ

كَسَرْ اٰزْ مُدَّتْ اِيچْرَه چُوقْ مَسَافَه اَوْلِيَاءُ اللّٰهْ

Kerâmât-ı velî hakdır nebîsi mu'cizâtîdir

Keser az müddet içre çok mesafe Evliyâullah

Allah Teâlâ'nın sevdiği kulunun kerametleri haktır. Ve onun kerâmetleri nebîsinin mucizeleridir. Az bir müddette çok mesafeyi evliyâullah geçer. 

بُولُورْلَرْ وَقْتِ حَاجَتْدَه طَعَامِ هَمْ لِبَاسْ اٰنْلَرْ

بَهـَائِـمْ هَمْ جَمـَادَاتِيـلَه سُويْلَرْلَرْ بِاِذْنِ اللّٰهْ

Bulurlar vakt-i hâcetde taâmı hem libâs anlar

Behâim hem cemâdâtıyla söylerler Biiznillah

İhtiyac oldukça onlar, yiyecek ve giyecekleri bulurlar. Hayvanlarla, cansız varlıklarla Allah Teâlâ'nın izniyle konuşurlar.
Nitekim Buhârî başta olmak üze­re birçok hadis imamlarının tahric ettikleri hadîs-i şerîfte İbni Mes'ûd radıyallahu Teâlâ anhu:

لَقَدْ كُنَّا نَسْمَعُ تَسْبِيحَ الطَّعَامِ وَهُوَ يُؤْكَلُ

“Hakîkaten biz ashab, yemeklerin tesbîhini işitirdik; o yemek yenildiği halde.” diye buyurdu. Biz demesinden anlaşılıyor ki, birçok ashab-ı kiram böyle idi.

گَهِى صُو اُوزَرِنْدَه مَشِى اِيدَرْلَرْ وَجْدِ حَالَتْلَه

هَوَادَه هَمْ اُوچَارْلَرْ خَرْق اِيدَرْ عـَــادَاتِنِى اَللّٰهْ

Gehi su üzerinde meşî ederler vecd-i hâletle

Havada hem uçarlar hark eder âdâtını Allah

Bazan vecd-u hâletle, su üzerinde yürürler. Havada uçarlar. Allah Teâlâ tabiî kanunları onlara deler, ibtal eder. Hayvanları kendilerine musahhar kılar.

            Bu gibi kerâmetler ashab-ı kiramdan ve birçok tâbiînden görülmüştür.


[[1]]Yûnus Sûresi ayet 62 - 64

[[2]]El-Bakara Sûresi ayet 282