بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Tekvîn, mükevvenin aynısı mı, ğay­risi mi?

“Tekvîn, mükevvenin aynısı mı, ğay­risi mi?”

 Allah Teâlâ, ezelî olduğundan, mükevven = ka­inatın vasfı olan yapılıştan münezzehtir.

Tekvîn ezelî sıfatı = var etmesi, yok etmesi, rızk vermesi, kısması, fakir kılması, zengin kılması, aziz kılması, zelil kılması gibi kadâ'sı ve hükmüdür. Kainat ise, makzîdir, kaza değildir.

Fâille mef'ûl ayrı olduğu gibi, kaza ile makzî de birbirinden ayrıdır. Buna benzer misal, vuranla vurulan arasındaki münasebet olan darb yani vuruştur. Mesela mef'ûl olarak ضَرْبًا = darben = vuruş, mef'ûl-ü mutlak olduğuna göre, vurana; hayır, بِالعَصَا = “bastonla darbe aldı” gibi mef'ûl, mef'ûlün bih = bir şeyle kayıdlı mef'ûl ise, madrûba = dövülmüş kimseye va­sıf olur ve kendisine nisbet edilir, yani mukayyed mef'ûl olarak nisbet edilir.

Böylece hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hü­küm edilen mahkumun arasındaki münasebet olan mef'ûlü = hükmü, mef'ûl-ü mutlak ise, kayıdsız şart­sız hüküm yapması demek olup, mesela ceza vermesi yahud cezayı kaldırması işi, hâkime; mef'ûlü = hükmü, “hüküm giydi” gibi kayıdlı mef'ûl ise, mahkuma isnad edilir ve mahkuma sıfat olur. Nitekim örfen de böyledir.

Allah Teâlâ'nın kadâ' manasında mutlak mef'ûlü = hükmü olan tekvîn sıfatı, îcad etmesi = var etmesi, imdad etmesi= sebebleri yardıma göndermesi, idam etmesi = sebeblerini kesmesidir. Ve bu ezelîdir.

Sadece, var edişini murad ettiği mutlak mef'ûlü­ne iradesini = dileğini bağlamasıyla, mef'ûl olan şey, mesela atom, zerre, kürre, iradenin, o şeyin yapı­lışını bağladığı anda yahud tayin ettiği anda var olur. Var olan «makdiyyun aleyh»ten ibaret mukayyed mef'ûlü = masnûu, var olacağının sıfatıdır, ona nis­bet edilir; ve bu hâdistir.

Bu dördüncü kaideyi bildikten sonra Mu'tezi­le'nin meşhur sorusu:

 “Küfre rıza göstermek, bizim ve sizin ittifakımız­la küfürdür. Ondan daha büyük bela da yoktur. İstid­lâl ettiğiniz, delil getirdiğiniz İmam Mâlik, Müslim, İb­nu Hibban, İmam Beğavî'nin tahric ettikleri Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumâ'nın,كُلُّ شَىْءٍ بِالقَدَرِ حَتَّى الكَيِّسُ وَالعَجْزُ “Her şey kaderledir, âcizlik ve çeviklik, pratik zekaya varıncaya kadar.” mealindeki hadîsine inansam, küfre rıza göstermiş olmaz mıyım?

Küfür ve ma'siyete rıza göstermesem, kadere razı olmamış olmaz mıyım?

Bu da küfür değil midir?

Şimdi razı olsam da küfür, razı olmasam da kü­für, öyle değil mi?”

İşte bunun cevabında:

Evvela, fâilin mefûlleri olan yaratmakla yaratıl­mak arasında fark görmedin.

Mutlak mef'ûl, Allah'ın hükmü olan kadâ' ise, ya­hud kaderse, bu hükme rıza göstermek küfür değil­dir. Zira Allah Teâlâ hâkimdir, dilediğini yapar.

Hayır, mukayyed mef'ûlü = makdî ise, makdîye = makdûra rıza küfürdür. Zira bu mahlukun vasfıdır.

İttifakımızla, hâkim ile, menfî – müsbet hakkında hüküm edilen mahkumun arasında iki münasebet vardır:

a-Mef'ûl-ü mutlak = mutlak hüküm = kayıdsız şartsız mef'ûl = hüküm edişinin hâkime nisbet edilmesi gibi, Allah Teâlâ'nın kaza manasında mef'ûl-ü mutlak olan hükmüne rıza göstermek küfür değildir.

b-Hâkim'in mukayyed = kayıdlı mef'ûlü, mahkumun vasfıdır. Bunun için Allah Teâlâ'nın kulunun hakkında menfî – müsbet hükmü manasında olan makdîsi = ondan taraf yaratılan, mahlukun vasfıdır. Buna rıza göstermek küfürdür. Ve nitekim kendisine imanla mükellef olduğumuz, makdî değil kadâ' ve ka­derdir = İlâhî hükümdür.

Taberânî'nin el-Mu'cem-us-Sağîr'de tahric ettiği, Enes bin Mâlik'in:

مَنْ لَمْ يَرْضَ بِقَضَاء اللّٰهِ وَيُؤْمِنْ بِقَدَرِ اللّٰهِ فَلْيَلْتَمِسْ اِلٰهًا غَيْرَ اللّٰهِ

“Kim, Allah'ın kazasına = hükmüne razı olmazsa ve Allah'ın kaderine iman etmezse, Allah'tan başka bir ma'bûdu taleb etsin.”

mealindeki hadîsinde dahi, yine
Taberâ­nî'nin el-Mu'cem-ul-Kebîr'de, Deylemî'nin Firdevsi'n­de, Beyhakî'nin Şuab-ul-İman'da tahric ettikleri, Enes bin Mâlik'in:

منَ لَمْ يَرْضَ بِقَضَائِى وَيَصْبِرْ عَلَى بَلاَئِى فَلْيَخْتَرْ رَبّاً سِوَائِى

“Kim kazama razı olmazsa, verdiğim belalar üzerine sabretmezse, Ben'den başka bir Rabb seç­sin.”

mealindeki kudsî hadîsinde dahi, kendisiyle mükellef olduğumuz kaderden muradın, kaza olması tefsir olunmaktadır. Bu tefsir hadisleri, sened cihetiy­le zaif olsa bile, metinlerin manası sahihtir, tefsir ol­maya yararlıdır.

İş böyle olunca, ittifakla gerek sanatçıyı ve gerekse sanatçının sanat fiilini, masnûu = yaptığı şeyi, vasıtalı vasıtasız Allah Teâlâ yaratır. İnsanı da, insa­nın yapageldiği şeyleri de yine Allah Teâlâ var eder. Allah Teâlâ'nın var etmesine değil, var ettiği küfür ve ma'siyete rıza göstermek küfürdür.

Binnetice Allah'ın sıfatı olan ilmi, ma'lûmuna; iradesi, murad ve maksûduna; kudreti, makdûruna = makdîyyun aleyhe; tekvîni, mükevvenine tâbi'dir. Ma'lûmu, maksûdu, makdûru, mahlûku ve oluştur­duğu mükevven, kulun azmasıdır. Buna rıza gösterilmez, demektir.

Nakkâşa, güzel çirkin nakış yapması ayıb değil, fotoğrafçının kör veya sağlam gözün fotoğrafını çek­mesi ayıb değil; ayıb, nakışlananda, resmi çizilende, fotoğrafı çekilende. Çizmek, kadâ, kader; çizilen makdîdir. İşte Mu'tezile ikisi arasında fark etmedi. Yahud da fark etti, fakat “Allah Teâlâ'ya en yararlıyı yaratması farzdır.” dediği için kaza ve kaderi inkar etti. Eğer Allah fiilinde mecbur ise, mahkumdur, hâ­kim olamaz. Ve Allah Teâlâ kendisine cebir yapıl­maktan münezzehtir.

Nakşedici var, nakış var, nakışlanan var.

Şimdi nakışlanan, nakşediciye yahud fotoğraf­çıya çekişirse: “Benim gözüm sağlam, niye kör çı­karttın?” Nakışçı demez mi: “Nakş yapmak esnasın­da gözünü kapattın, onun için kör çıktın, kabahat se­nindir.” demez mi? Azmak da yazmak da böyledir. Yazmak nakış, kamera; azmak, kameranın tesbitidir.