vukuf-i kalbi
Nakşibendi meşayıhı, bu sırrın alınıp tatbik edilmesine, “vukuf-i kalbi” ismini verdiler. Dediler ki:
Allah Azze ve Celle’nin vuslatını murad eden ve kalbinde Allah’ın sevgisi yerleşen kimse, dilini dimağına yapıştırır, gözlerini kapatmış olduğu halde kemali huzur ile diz çöker, tüm azalarını sükûnet halinde bulundurur, bütün azalardan ihtiyari hareketini kestirir, sadece hayalinde ve şuurunda, beraberinde hiçbir şey düşünmeksizin, hatta ve hatta manasını dahi düşünmeksizin kalb diliyle …. Allah Allah Allah dediğini mülahaza eder. Artık bu ism-i şerifin nurunda tamamen istiğrak buluncaya kadar bu keyfiyeti vazife edinir. Zaten asli maksad da bu idi.
Şübhesiz erbabından telakki etmeksizin cehri zikirlerle devam edilmesi, istidrac ve sihre sirayet edebileceği gibi, Ebu Bekr Sıddık radıyallahu anh’tan gelen silsileye bağlı en son mücazın telkini olmaksızın kalbi zikre devam eden de, şeytani keşiflere, birçok istidraclara, birçok tehlikelere maruz kalır.
Allah Azze ve Celle’nin vuslatını murad ettiğin zaman, yine nefsinin benliklerini, kendisine sevgi beslediğin ve kamil ve üstad kabul ettiğin zatın ayağı altına koyarsın. Bütün varlığınla, canla, malla kendini ona teslim edersin Gözlerini kapatmış olduğun halde huzurunda ve ğıyabında oturup dille değil kalb diliyle …………… Allah Allah Allah dediğinin şuurunda kendini bulundurursun.
Yahud da o zatın iki kaşları arasından kalbinin ve göğsünün üzerine nurani bir hattın geldiğini düşünürsün. İşte böyle yaptığın zaman, musafaha ederek yahud elini öperek karşısında diz çöktüğün halde ve Allah’dan, onun kalbinden göğsüne feyzlerin gelişine inanarak elini tutarsın: “Ya Rabb’i! Ben pişmanım, yaptığım bütün günahlardan. Keşke yapmasaydım. İnşaallah bir daha yapmam” diye dilinle itiraf edersin; yahud şeyh: “Estağfirullah” dedi ise, sen de beraberinde bunu düşünerek “Estağfirullah” dersin ve bunun üzerine azim bağlarsın.
Artık Allah’ın dostları kalblerin casusudur. Eğer terbiye edicin, kalbinde masivanın silindiğini, susamış bir canlının suyu aradığı gibi seni bulursa senin kalbine ……. Allah Allah demeyi öğretir.
Müntesib, intisab ettiği zatın huzurundan ayrıldıktan sonra vukuf-i kalbi üzerine çalışmaya devam eder. Zira vukuf-i kalbi, gizli bütün tarikatlerin ve özellikle Nakşibendilerin tarikatlerinin esasıdır.
Vukuf-i kalbinin keyfiyeti şöyledir: Tevbe guslünden sonra müntesib, güzel abdest aldığı halde iki rekat namaz kılar. Namazından sonra sağ ayağının zengisini sol ayağının dış tarafına yapıştırarak sağ kalçası üzerine oturur; yapmadıysa namazın oturuşuyla oturur. Kıbleye yöneldiği halde yirmi beş kere …………… Estağfirullah der. Sonra elini kaldırıp, kendisi ve şeyhinin Sırat-i Müstakim üzere devam etmelerini, sonuçta iman üzere ölmelerini ve şeriat ve tarikatin en kapsamlı manasıyla sünnet üzerine şeyhinin eliyle hidayetin husulünü Allah Teala’dan diler. Dileğinin kabulünü inandığı halde bir Fatiha, üç İhlas-ı Şerife’yi okuduktan sonra sevabını tarikatin imamı Şah-ı Nakşibend ve şeyhine kadar meşayıh silsilesinin ruhlarına bağışlar.
Gözlerini kapatır; sekeratta olduğunu, mürşidinden başka, malının, evladının, dost ve ahbablarının ayrılışını düşünür. “Amentü Billah” okuyarak yahud Kelime-i Tevhid getirerek iman üzere öldüğünü, yıkandığını, cenaze namazının kılındığını, tek başına toprağa gömüldüğünü, zavallı, fakir olarak Allah’ın huzuruna şeyhi ve ameliyle girdiğini mülahaza eder. Güzel bir suret üzere ölmesi için şeyhinden dua, şefaat ve himmet ister. Mesela: “Ya Şah-ı Nakşibend!...”
Ya Şeyh Abdulhakk el-Abbasi el-Medini! Ben Müslümanlardan yahud Peygamber’in ümmetinden filan oğlu filan. Allah rızası için nefsimi ayağının altına al, dua ve şefaat eyle, ki Rabb’ime layık bir kul olayım..”
Sonra şeyhin karşısında olduğuna, onun iki kaşları arasından nurani bir çizgi = feyzin göğsü üzerine geldiğine ve bu sayeden nefsin kirpi ve kaplumbağa gibi kılıfına çekilip aradan çıktığına inanarak şeyhiyle birlikte kalben ………………….. Allah Allah Allah Allah Allah der.
Yani dilini dimağına yapıştırarak nefesini burnundan çıkarmış olduğu halde gözler kapalı, tüm azalar hareketsiz olduğu halde sadece kalbi ve hayalinin …. Allah Allah Lafzı’nı söylediğini dinler. Arada bir ……………….. İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi” tekrarlanır.
Bu keyfiyeti on beş, kırk beş dakika, yarım saat kadar devam eder.
Mesela her sabah namazından sonra yahud ikindi namazından sonra yahud gece saatlerinde, hasılı uyku ve ğafletin galebe çalmayacağı neşeli vakitlerde, yirmi dört saatte bunu yapar.
Şayed çalışma sahasına dönerse salik, vukuf-i kalbiyi bırakmaz, yani kalbinde …….. Allah Lafzı’nı söyleyişini devam eder. Yemekte, içmekte hatta helada, hatta ehliyle oynaşmakta tatbikatını kesinlikle bırakmaz, Çünkü kalbi vukuftan soyulan taat ve ibadetler, hepsi ruhsuz birer kalıblardır. Hadis-i şerifte kalbi vukuf, zikr-i hafi diye bildirildi ve hafi zikrin daha üstün ve faziletli olduğu beyan edildi. Nitekim : ……………………….. “Hafaza meleklerinin işitmediği hafi zikir, yetmiş kat daha üstün olur. Kıyamet günü olduğu ve Allah mahlukunu hesab için bir araya topladığı, hafaza melekler de hıfzedip yazdıkları dosyalarıyla geldikleri zaman, Allah meleklerine: “Bakınız, kulun bir şeyi var mıdır?” der. Melekler “Ey Rabb’imiz, bildiğimiz ve hıfzettiğimiz hiçbir şeyi bırakmadığımız halde şübhesiz hepsini saydık ve yazdık” derler. Allah Tebareke ve Teala kuluna: “Senin için gizlenmiş olduğum bir hasenen vardır; sen onu bilmezsin, ama Ben o sebeble seni mükafatlandırırım. O da, hafi olan zikrindir” der” buyrulmaktadır.
İbnu Melek’ten naklen Şeyh Aliyy-ul-Kari ve Şeyh Ahmed Gümüşhanevi diyorlar ki: “Hadis-i şerifte kasdedilen zikir, şübhesiz kalbi zikirdir. Ve bu zikir, malların ve canların Allah yolunda harcanmasında nefsin payı da vardır. Halbuki kalbi amel, azalarla yapılan amellerden daha zordur. Bilakis kalbi zikir, büyük cihaddır. Bağırışlar, aşırı ihtiyari hareketler, heyecan, kafayı sağa sola döndürmek, sırtı eğip doğrultmak ve bu işlerin huzurun tahsiline elverişli olduğunu ve aşk ve sevinci artıracağını iddia etmek üzerine kuşatılan, mücerred dil ile yapılan, zkir değildir. Haşa Allah’a sığınırım; mücerred dil ve tarif ettiğim keyfiyetle yapılan zikir, asla huzuru tahsil etmez. Bilakis hafi zikirden maksad, kalben yapılan zikirdir” Çünkü dil ile zikrin şartı, kalbin onunla beraber olmasıdır. Doğrusu maddelerden tüm azaların irtibatını kesmiş olduğu halde sallanmaksızın, cehri tarikatlerine göre, sükunet halinde ……….. Allah Allah yahud Tevhid kelimesini tekrarlamak ve neyi telefuz ettiğinin şuurunda olmak; gizli tarikatlere göre ise, mücerred kalb ile yine sükunet halinde kalben …….. Allah Allah Lafzı’na devam etmekle zikir gerçekleşir.
Zikir gerçekleşmesi için erbab-ı tarikatten bazıları, yüksek yerlere çıkmak; diğer bazıları, güzel ses ve nağmeleri, rüzgar ve su seslerini dinlemek; başkaları, nefse kırıklığı, mahcubiyeti bildirecek sözleri, şiirleri, kasideleri dinlemek gerekir, dediler.
Her ne zaman gevşeklik, tembellik galebe çalarsa, Havkaleyi söylemek; yahud da ……….. La ilahe illahul fa’al ……………………………..
Hasılı kalbden kalb latifesinin nurları, sol omurga küreğinin etrafından çıkıncaya kadar ve zikirde istiğrak buluncaya kadar vukuf-i kalbiye devam edilir. Bu çıkışın ve zikrin kalbi istila etmesinin de alameti, ihtilaç yani göğüs ve sırtta damarların şiddetli kıpırdaması yahud kanın çalkalanması, bir de göz kapalı olduğu halde ışık parıltılarının görülmesidir.
Bu husul buldu ise, latife zikri telkin edilir. Sonra sulta-ı zikir bedene hakim olduysa, yani bedenin tüm cüzleri zikirde istiğrak bulup hayret ve şaşkınlıkta dalabiliyorsa nefy-u isbat zikri verilir. İkinci bir kez sükunet hali kalbde be bedende yerleşirse, yani salik zikre başlamadığı önceki sükunet haline dönüşürse, artık ona murakabe zikri verilir. (26/s.254-260)