Yaradılış -5
KAİNATIN ASLI OLAN HEYULA EZELİ DEĞİL, HÂDİSTİR
هَيُولَى يُوقْدُرْ اَذْهَانْ اِيچْرَه بِرْ جُزْء اُولْدِيغِى حَقْدِرْ
كِه اُولْ وَصْــفِ تَجَـزِّيدَنْ بَـرِيدِرْ دِيرْ بُو اَهْلُ اللّٰهْ
Heyûlâ yokdur ezhan içre bir cüzi' olduğu haktır
Ki ol vasf-ı tecezzîden berîdir der bu Ehlullah
Heyûlâ ezelî değildir. Ancak, cevherler = elektron, nötron, proton gibi aslî cüzler vardır. Ehli Sünnet vel'Cemaat dediler ki: Kâbil-i taksim olmayan cüzlerden dahi Allah Teâlâ münezzehtir.
Bu beytte dört mesele vardır:
1-Tabiat kanunlarıyla uğraşan eski felsefecilerin: “Güneş pencereden yünden yapılmış sergiye ışık saçtığı zaman, görülen ufak ufak yahud pamuğun cüzlerine benzeyen kainatın aslı heyûlâdır, ezelîdir.” demeleri.
2-Yine diğer birtakım eski felsefecilerin: “Kainatın asıl zerreleri Allah'tan ayrılmış birer parçadır ve tekrar O'na dönüp birleşir.” demeleri,
3-Yine tabiatle uğraşan diğer birtakım feylesofların: “Zerreler, ezelî olduğundan, kendileri fâil ve idarecidir.” demeleridir.
4-Evet “Cisimler, parçalanması mümkün olmayan zerrecik'ten tertiblenmiştir.” kaziyesi ittifâkîdir. Amma öbür deyişleri hayaldir, çünkü zerrelerde akıl, irade yoktur. Olmadığı için halden hale naklolunduğu için, ayrıca şekil, araz ve vasıflara mahal olduğu için, kendisi fezadan bir yer almaya muhtac olduğu için ezelî değillerdir. Sonsuz dedikleri zerre sonludur, Allah Teâlâ'nın mef'ûlüdür, fâiliyle birleşmez. Zira fâil, mef'ûlün silsilesine girmez.
Zerreyi yaratan, kürre haline getiren ve insan beynini yaratan Allah Teâlâ'dır ve tedbirci de O'dur. Ve Hâlık'la mahluk arasında hiçbir münasebet yoktur; saatçiyle saatinin, bilgisayarla bilgisayar yapanın münasebetleri olmadığı gibi. Bu itibarla İbrahim Hakkı:
«Heyûlâ yokdur ezhan içre bir cüz’ü olduğu haktır
Ki ol vasf-ı tecezzîden berîdir der bu Ehlullah»
demekle reddetti. Ayrıca vehimde kâbil-i taksim olmayan «cüz'ü lâ yetecezzâ» yani zerrenin en ufak parçasından, büyük parçasından, cisimden, Allah Teâlâ münezzehtir; mef'ûlünün, yani kainatın silsilesine dahil değildir.
Burada yine kainatın hudûsuna = yoktan var olmasına dönelim.
Allah Teâlâ yeri, gökleri yaratmayı murad ettiği zaman, kendisinden cisimler meydana gelebilecek maddeleri, tartılmaya, taşınmaya, uzanmaya, taksim olmaya, şekil kabul etmeye, bitişmeye, ayrılmaya, gözlerle görülmeye, el ile tutulmaya ve daha bir çok özelliklere elverişli îcad etti, yani maddeleri yoktan var etti. Bu maddelere aslî unsurlar da denilir, zerreler de denilir.
Madde, fezadaki bir yeri meşğul etmeye muhtacdır. Maddenin var oluşu başkadır, yer alması da başkadır. Onun ihtiyacı kendisinin yoktan var olduğuna birinci delildir. İkinci olarak sûret almaya muhtacdır. Üçüncü olarak da bitişmeye, ayrılmaya muhtacdır.
Allah Teâlâ'nın kendisine şekil ve sûret verdiği maddeler, bu sayeden, birleşmeye, ayrılmaya doğru hareketi de kazandılar. Ve hareketi, yoktan olmasına da, tekrar yok olacağına da delildir. Çünkü bazıları sür'atle, diğer bazıları tedrîcen yok olurlar. Bugün bilgisayar zamanında ilim erbabları bunu dahi keşfetmektedirler. Amma iman, başka bir şeydir, Allah Teâlâ'nın inâyetine bağlıdır.
Binnetice madde denilen şey, zerrelerden meydana gelir. Zerre de; yine kimya ve fizik ilimlerinin mütehassıs bilginlerinin beyanlarına göre özeti şudur:
Madde yahud zerre, akımı yani elektiriği olmayan = itiş – çekişsiz bir veyahud birkaç nötronlardan yani itiş – çekişsiz bir cüzden –ki bu cüz, idarecidir–; ikinci olarak, akımı çekici protonlardan; üçüncü cüz olarak da, iteleyici elektronlardan terkiblenmektedir. Yani zerre yahud madde üç cüzden müteşekkildir.
Hidrojende olduğu gibi elektronlar daima protonların adedine muvafıktır. Bir tek proton varsa, çekirdeğin etrafında dolaşan elektron da bir tane olur; iki proton varsa, iki tane elektron bulunur. فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا “Allah Teâlâ yaratmış olduğu muayyen mikdarlardaki mahlukunu = zerreyi, kürreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmekle hüküm etti.”[[1]] buyrulan ayetin hükmünce “zerreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmesi”nden murad, eski ulemâmızın cevher diye tarif ettikleri, yer almaya muhtac olmasına rağmen kendi kendini idare eden maddeler = zerrelerin, elektron, proton, nötron olmak üzere parçalarıdır. Bu zerreler yahud bu cevherlerin dengesini sağlayanlar elektron, proton, nötron asıl cüzlerdir. Özellikleri diye ifade ettiğimiz yani kendisi kendi varlığını sağlamayan, bilakis ancak cevherlere = zerrelere bitişmekle varlığı gerçekleşen, arazlardır; şekil, cüzlerin arasındaki boşluk, hareket ve sükûn gibi. İş böyle olunca cevherler, bizzat kendileri düşünülebilir, konu olabilir, fakat araz müstakil olarak düşünülmez, bilakis cevherlere teb'an düşünülebilir yahud da konu olabilir; yakut taşın rengi gibi. Yani renk ve şekil, arazlardır. Bu ğarib ve acîb, hayret verici üç cüzden mürekkeb zerre, kendisine tahsis edilen arazıyla, vasfıyla birlikte şaşmaz, belli, muayyen bir nizam üzere Allah'ın emr-u fermânıyla devam eder; o yarattığı proton ve elektronların adedi birbirini takib eder. Lâkin bununla beraber nötronların adedi aslâ proton ve elektronun adedini takib etmez. Küçük miskal halinde tartılması mümkün olanında hal bu iken, ne bakarsın, ağır tartıda yani uranyumda ise çekirdeğin etrafında takrîben iki yüz otuz sekiz protona mukabil, iki yüz otuz sekiz elektron bulunur. Aynı zamanda unsurların ihtilafı, proton ve elektronun adedlerinin muhtelif olmasından meydana gelir. Bazen de çekirdeklerin muvafakatından muhtelif zerreler elektron halini alırlar.
وَمَا يَعْذُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِى الاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ وَلاَ اَصْغَرَ مِنْ ذَالِكَ وَلاَ اَكْبَرَ اِلاَّ فِى كِتَاب مُبِينٍ
“Her halukârda ne yerde, ne gökte zerreler ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizlenmez. Bu zerreden daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitabda = Levh-i Mahfuz'da da bulunmamış olsun.”[[2]] mealindeki ayet-i kerîmede اَصْغَرَ مِنْ ذَالِك “Bu zerreden daha küçüğü”nden muradın, zerrenin küçük parçası olması, nötron gibi; اَكْبَرَ “daha büyüğü”nden muradın, zerrenin en büyük parçası olması, elektron, proton gibi cüzler de muhtemeldir. Her halukârda bugün ilmin keşfetmiş olduğu, insana varıncaya kadar canlıların yaşamasına en büyük yardımcı hidrojenin de, miskâl-i zerresi, bir elektrondan ve bir protondan oluşmaktadır. Yer, ay ve sair gezegenler fezada yüzdüğü, aralarında belli bir mesafe olduğu gibi, konu olan madde yahud zerrenin Hâlık'ı, zerreyi de öyle yaratmıştır, aralarında zerrenin cüzlerine göre boşlukları, mesafeleri tayin etmiştir; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmel sûretine, teşekkülâtına ulaşmıştır. Ve insanı, ahsen-i takvim'de üstün ve seçkin, akıl ve iradeli olarak yaratmıştır; yarattığı her bir cevhere, insanın dimağına, akciğerine, karaciğerine, böbreklerine, kalbine varıncaya kadar, birçok vasıfları, özellikleri tahsis etmiştir. Ve bu itibarla Kur'ân-ı Hakîm'de Cenâb-ı Hakk Teâlâ insanları Tevhîde davet ederek:اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ المَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ اَفَلاَ يُؤْمِنُونَ “İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmayacaklar mı?”[[3]] diye buyurmaktadır. Güneş pencereden yünden yapılmış sergiye ışık saçtığı zaman, görülen ufak ufak cüzlere benzeterek Kur'ân-ı Hakîm'de Allah Teâlâ, kainatın ondan oluştuğu şeye zerre ismini vererek, zerreyi dahi Kendisi yoktan var ettiğini, yukarıda yaptığımız izahtan daha geniş bir manayla beyan buyurmuştur. Bunu inkar ederek Yunan hukemâsı kainatın aslına «heyulâ» ismini taktılar, ezelî ve kadim olduğuna hükmettiler. Bugünkü deyimle zerre maddenin kadim olduğunu, yani ezelde var olduğunu zannettiler. Ve bugünkü ilim, onların bu zannının çok çürük olmasını izah etmektedir. Bu mukaddimeyi bildikten sonra bilelim ki Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:
جِهَــــانْ جُـمْــلَه انْوَاعِـيـلَه وَ اَجْـزَاءُ صِـفَــــاتِيلَه
هَمْ اَفْعَالِ عِبَادِكْ خَيْـرُ و شَرِّى جُمْلَ خَلْـقُ اللّٰهْ
«Cihan cümle–nvâîle ve eczâu sıfâtıyla
Hem ef'âli ibâdın hayr-u şerri cümle Halkullah» diye reddini burada «Heyûlâ yoktur» deyişiyle teyid etti ve Yunan hukemâsının sözünü reddetmek istedi.
İşte işin hakîkati, Allah Teâlâ zerreyi, maddeyi de yarattı, şekil ve sûreti bağışladı. Bu bağışa tabiî cismin = mutlak cismin uzunluğu, genişliği, derinliği itibariyle de «kem» denilir. Demek «kem», cisimle varlığı düşünülen arazdır; cisim, en az iki cevherden oluşmaktadır. Yani üç cüz'ü itibariyle iki madde = zerre, bir cisimdir. Allah Teâlâ bir hücreyi, mesela yüzlerce protein ve oksijen ile birleşen «hamud» = tuzlu acı madenden halkalardan mürekkeb kimyevi unsuru yarattı. Eski zamanda buna anâsır-ı erbaa denilirdi.
Bitişmek, ayrılma vasfından ârî yaratmış olduğu dört unsuru, hâsılı elementleri, asıl cüzlerine teb'an bitişmeye ayrılmaya elverişli olarak terkibledi, sûret verdi, biçim verdi. Cevhere ve cevherden meydana gelen cisimlere, cins ve nevi'le birlikte cins ve nevi'den meydana gelen ferdlere, hararet yani sıcaklık, burudet yani soğukluk, rutubet, kurumak olmak üzere dört özelliği = arazı = vasfı tahsis etti. Elementlerden ve kimyanın bugünkü tesbit ettiği asıl cüzlerden çoğalmaya, semere vermeye birer fabrika halinde nebat ve ağaçların maddelerini yarattı, zerre ve madde halinden cisim haline, şekil haline, çoğalma, semere verme haline varıncaya kadar birleştirdi, his ve tabiî hareket üzere hayvan âlemini yarattı.
Elbette insan, madde itibariyle, yer, gök, toprak, su, hava, ateş ve daha birçok elementlerde = unsurlarda cisimlerle ortaktır; tabiî his ve hareketiyle hayvanla ortaktır. Ve bütün bunlar, nefs ciheti yahud da insanda hayvânî ruh cihetidir. Bu iki cihetle sair kainatla cins, nevi', sûret ve her özelliğiyle ortaktır.
Ancak Allah Teâlâ insanı bu ortak olan asıllarla birlikte seçkin, iradeli ve akıl sahibi olarak yarattı. Yani oluşan hayvânî bedene = nefse = hayvânî ruha, ruh gönderdi, birleştirdi. Ruhun da ayrıca özelliği, düşünmek, düşündüğünü dile getirmek, işin âkibetini bilmekten ibaret idrak ve nutuk = konuşmaktır. Buraya kadar anlatmış olduğumuz meselede birçok hukemâ, ehli kitab hepsi müttefiktirler. Dediler ki: “Allah Teâlâ Âdem'i ve Âdem'in neslini müstakil olarak yaratmıştır.
[[1]]Furkan Sûresi ayet 2
[[2]]Yûnus Sûresi ayet 61
[[3]]El-Enbiya Sûresi ayet 30.. Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Ancak Kur'ân-ı Hakîm hiçbir görüşe bağlı ve tâbi' değildir. İlmî hakîkatler isabetli olduğu nisbette Kur'ân-ı Hakîm'e tefsir olur. Nitekim bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden kürreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiş; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmele ulaşmıştır. Ve bu bir mu'cizedir. Zira bizler, ilmin bunca inkişâfından önce de ayet-i kerîmenin bu hakîkatine inanıyoruz. Ve ayet-i kerîmeleri, dediğimiz gibi, bilim adamlarının kafasına uydurmaya kalkışmayız.
......................................................................................
Size Sözüö Öz İnci Armağan s.151-158