بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

YARADILIŞ

Allah Teala kendi varlığını, başkaya göstermek  istediği için bu dileği üzerine başkayı, yani kainatı var etti, eğer O kainatı var etmese idi, kainat hiç ender hiç kalırdı. Hiç de, hükümde hiçtir ; yani yok yoktur, yokluğun hükmü de yoktur. Sonra Allah Teala eseri ile Kendisini başkaya gösterdi.

Allah bir cevheri var ettikten sonra ona Cemal ve Celal nazarı ile baktı. Var olunan cevher-i ferd, azametine karşı dayanamadı; eridi de eridi ve kaynadı. Derken, o ruh-u evvel ve cevher-i ferd ikiye ayrıldı; zübdesi, Cenab-ı Hakk’ın izin ve inayeti ile alem-i gayb, ruh, melekut oldu; posasından cisim alemi, mülk alemi meydana geldi. Bu hadiseden evvel aded, zaman, mekan, cevher bile yoktu; bir tek varlık ezeli ve ebedi olan Allah var idi. Hadis-i şerifte : “Hiçbir şey yok iken Allah var idi.” buyrulmuştur.

Cevherin varlığı, bu ikinci varlığa başlangıç oldu. Aded, zaman, ondan bu yana vardır. Binaenaleyh zaman da, zamanın içinde gizlenen her şey de başlangıçlı olduğu için nihayeti bulacaktır. Ancak, İnsan ruhu gibi müstesnalar ezeli olmadıkları halde ebedi kalacaklardır. Bu cevher de; mülk yani madde ; ve ruh yani melekut olmak üzere iki kısımdır. Ve her biri de on üç kısımdır. Melekut, mülk aleminin tahrikçisidir. Melekut mülke, ruh cisme hakimdir. Fakat, cisim ruha, mülk melekuta ünvandır. Şu tarifle diyebiliriz ki ; ruh usta, cesede ise o ustanın aletidir. Bunun içindir ki, ruh cesede irtibat kurduğu zaman hayat, kestiği zaman da ölüm meydana gelir. Hayat ve ölüm noktası ruhun irtibat kurması ve kesmesinden ibarettir. Nitekim bu İmam Eş’ari’nin açık sözüdür.

Buna misal şudur; Bak, uzun seneler seninle bir yatakta yatan eşinden ruhu ayrıldığı zaman, sen nasıl ondan yahud o senden nefret ediyor. Ruh ayrıldığı zaman, insanın bedeni menfur bir hale geliyor. İşte madde bu kadar ruha mahkumdur. Lakin ruh da maddesiz varlığını göstermekten acizdir. Mesela madde aleminde, bedeninde gözü olmayan ruhun görmesi, kulağın olmayanın işitmesi mümkün değildir. Demek ruh, kulak vasıtasıyla işitir, göz vasıtasıyla görür. Eğer madde aleminden başka ruhaniyet yoksa, senin eşinin gayb olmasında, nereden nefret sana gelmiştir?

Yalnız otur, iman et, zikirle uğraş; ruhunu güneşden daha parlak bulursun. Bak, sen senden nasıl gizlenmişsin... Dışta arama, içten içini ara, bulursun... Fakat insanın ruhunu görmesi imanına bağlıdır. İmandan sonra, samimiyet ve zikre bağlıdır. Bunlar olmaksızın insan kendisi(ni) göremez. Yani ruh bir cisim olsa, yüzünü iman aynasında görebilir.

Melekutun üç mertebesi vardır:
1- Nebat halinde, tabiatiyle cismin tahrikçisi olduğu için çoğalır, ziyadeleşir, fakat his ve hareketi görülmez.

2- Melekutun ikinci mertebesi hayvani mertebedir. Bu mertebede melekut kendi ihtiyarıyla hareket eder, çoğalır da, his de eder. Bu her iki ruh da insanda vardır; insan en ince noktasına kadar kendi varlığında bunları müşahede eder. Şaşkınlar bile bu iki ruhu his ve müşahede ederlerken, kendilerini hayvan ve nebat gibi zannederler. Halbuki bu iki mertebe, insanın ruhu diye tabir olunmaz.

3-   İnsanda melekutu itibarıyla üçüncü mertebede üçüncü bir ruh daha vardır. O ruh akılla hareket eder; iradesi vardır; düşüncesi vardır; konuşkandır. İşte insanın bu ruhu melekütudur; ezeli değil, lakin ebedidir. Buna ruh-u insan denilir. Bu ruhun birinci ve ikinci ruhlar gibi taksimi kabil değildir; madde aleminden değildir. Madde ona, o da maddeye kıyas edilemez. Bu ruh emr alemindendir. Bilakis kendisi emrdir. Nitekim yerinde beyan olunacak.

    Cevher-i ferd, diğer tabirle ruh-u evvel iki kısma ayrılmıştır. Zübdesinden melekut, posasından cisimler alemi olmuştur. O zübdeden de Cenab-ı Hakk, Hazreti Ekrem’in ruhunu yaratmıştır. Ondan da Ulu-l-azm peygamberlerin ve diğer peygamberlerin ruhları yaratılmıştır. Şu halde Rasul-u Ekrem’in nuruna en yakın olanlar peygamberlerdir; sonra en yakın olanlar Ona iman edenlerdir. Kimin ruhu cevher-i ferd halinde iken Onun ruhuna yakın ise, o ruh dünyaya geldikten sonra Ona o kadar ittiba’ eder. Burada zaman, öncelik, sonralık yoktur; ve hepsinin kemalatı ittiba’ etmeleri nisbetindedir. Demek bütün melekutun aslı, O nurani cevherin dallarıdır ve O cevherin zübdesinden peygamberler, zübdesinin zübdesinden Peygamberimiz yaratılmıştır. Alem-i melekut da cismanidir. Onun için bölünmeyi kabul eder, lakin melekuti cisimler madde alemine muhalif cisimlerdir. İnsanların ruhları yaratılırken nice nice melekler de aynı cevherden ayrılmışlardır. Bu kısma nurani ismi de verilmiştir.

Cevherin zübdesi ve a’la kısmına nur denilir; o cevherin birinci kısmı melekut ve ruhanilerdir.  O cevherin ikinci kısmı, alem-i mülk yani madde ve cisimler alemidir. Bu evvelki gibi on üç kısımdır. Birinci kısmı ve bu kısmının zübdesi arşdır, sonra kürsidir, sonra yedi kat göktür. Bu zulmani cevherin ikinci kısmının da posası ateş, su, toprak ve havadır. İmandan başka insanı bu dört unsurun kaybından kurtaracak hiçbir vesile yoktur. Bunun için inkara düşer ve kendi ruhunu bile inkara kalkışır. Aslı ile birlikte madde aleminin on dört ferdleri vardır. Ruhaniyet de aslı ile beraber on dört kısımdır. Bu ikisinin tekabülünde yirmi sekiz kısım tamamlanmış olur. Büyüklerimizin “Biz ali harflerdik, sonra indik, satırlandık.” demeleri müşahede ile bu makama işarettir.
..........................................................................................
Allah Teala insanı üstün ve ali olarak Ahsen-i Takvim’de yaratmış, muvakkat dünya hayatının imtihanını kazanmasına mükellef kılmıştır.
Ve bu itibarla insanın yaratılışından gaye, Allah  Azze ve Celle’yi Rabb olarak tanımasıdır. Nitekim ;
“Andolsun, şübhesiz Biz insanı en güzel bir surette yarattık = yaptık” Et-tin suresi ayet : 4
“İnsan ve cinleri ancak Ben’i sıfatlarımla tanıyıp Ban’a ibadet etsinler diye yarattım.” Ez-Zariyat suresi Ayet : 56
İnsanı Ahsen-i Takvim’de = her hususta üstün ve seçkin olduğu halde yarattığı için de, dünyada onu Huzuru’na, ahirette ise onu cennetin nimetlerine ve Cemali’ni görmesine davet etmektedir.
İnsanı O Ali Huzur’dan uzaklaştıran, nefsi ve nefsinin istek ve arzularıdır. Onun için sanki : “Nefsini şeytani, hayvani vasıflardan temizle ve Ban’a doğru gel.”
Diye Huzuru’na davet etmektedir. İşte bu davete icabet, itaat ve ibadettir.
İnsan, en ali ve en adi iki derece arasında yaratılmaktadır
Ali vasıfları, ruh itibarıyla Ahsen-i Takvim sureti ve güzel ahlaktan ibaret olan siretidir.
Adi tarafı ise, nefs itibarıyla hayvani ve şeytani beşeri hisleridir.
Demek insan iki şeyden mürekkebdir :
Birincisi, toprağın mahsulü olan çamurun özü ve bütün özellikleriyle beden ve içindeki ruh-i hayvani = nefsidir.
Bu cihetle insana bakıldığı zaman, insanın hayvandan hiçbir farkı olmaz. Son son insanın hayatı, et, kan ve nefesten ibaret olup av ve avcı olarak görülür. Nitekim :
 “Andolsun Biz insanı pişmiş, kuru bir çamurdan suretlenen bir balçıktan yarattık”. El-Hicr suresi Ayet : 26 mealindeki ayeti kerimede “hamain” kelimesinin “kokmuş ve siyahlaşmış çamur” demek manasında olduğunu müfessirler tasrih ettiler.  Yani Allah Teala Adem aleyhisselam’ı toprağın özünden, hülasalaştırılmış çamurdan bir suret olarak yarattı.
 Tıbkı ehli fennin, hayatın başlangıcının izahında beyan ettikleri R.N.A. = ribinoz, Nükleoik Asit ve D.N.A. = Deoksiriboz Nükloik Asit şeritleri, diğer ifadeyle birçok cüzlerden terkiblenmiş çekirdek, idareci elektronlar ve moleküller gibi toprağın özü olan çamurdan birçok cüzleri birleştirdi, harekete geçirdi.
 El-Hayyu ve El-Muhyi isimleriyle Allah Teala harekete geçirdiği o çamurun özüne tecelli ederek hayat verdi. Ve verdiği hareketi kendisine hayat kıldı. Demek hayat, Allah Teala’nın yaratmış olduğu maddenin milyonu aşkın mürekkeb cüzlerinin birleşmesinden ortaya çıkan harekettir. Bu cihetle insan, güneşte, yerde ve sair kürelerde olan maddelerle cinsinde; ve bunlardan en ali olan his ve harekete sahip nev’i hayvana müşterek sıfatlarla birleşmektedir. Sonra Allah Azze veCelle mezkur cüzleri ve o cüzlere verdiği hareketi, Adem aleyhisselam’ın neslinin hakkında suya kalbetti ve başka kanunlara tabi’ tuttu. Nitekim bu hususta da :
 “El-Hayyu el-Muhyi ismiyle tecelli eden Allah Teala, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve başlangıçta insanı = Adem’i çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, nutfeden; hakir bir sudan = spermadan türemesini takdir etti.” Es-Secde suresi ayet : 7,8
 Hadisi Şerifte de :
“Şübhesiz başlangıçta Allah Teala Adem’i yer küresinin tüm cüzlerinden aldığı bir avuç topraktan yarattı. Binaenaleyh Adem oğulları yer küresinin rengi ve tabiatı üzere geldi = türedi. Onlardan bazıları siyah ve bunların aralarındaki renkler üzere geldi. Yumuşak ve gevşek,sert ve eğri, çirkin ve güzel ve bunların arasında geldiler.”Diye buyruldu.
 Binnetice Allah Teala, R.N.A. ve D.N.A. şeritlerinde mevcud hareketi = hayatı ve bu zincir halkalarının taşımış olduğu huyları, karakterleri, en geniş manayla ahlakı ve bunun tohumluktan ağaç haline gelebilecek, beden olabilecek suretini, insanın nutfesine=tohumcuklarına nakletti ve onda gizletti ve haliyle hakkında kanununu da değiştirdi.
 İşte bu hikmete mebnidir ki, normal bir ağaç ve mercan gibi ilk insan Adem’in topraktan çıkışı gibi değil, insan, iki eşin birleşmesi suretinde doğar.

Artık Adem'in evlad, ağaç ve mercan gibi bizzat çamurdan değil, müşahede edilen surette üremektedir.


Şübhesiz cüzlerin hareketi, Allah Teala Zül'Celal Hazretleri'nin El-Hayyu El-Muhyi isimlerinin cilvesi=eseri; hayat ise, bu eserin mahsulü=meyvesi; ve bunu temessül eden, insanın nefsi=ruh-i hayvanidir. Bu itibarla insan, hayvani bir hayata sahibdir ve onunla cins-i alide birleşmektedir.

İnsanın mürekkeb olduğu ikinci cüz'ü, ulvi, üstün, sevk-i iradeyle bedenin kafesi içerisine girip birleşen ruhudur ki, Allah Teala onun hakkında da: "Sonra onu şekillendirmiş ve ona Kendi tarafından ruh üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalbler yaratmıştır. Ne kadar az şükredicisiniz." buyurmaktadır. Ruhu beden kafesine sevk ederken de, kendisine yardımcı olarak iradeyi, aklı verdi. Ve bu cihetle insan, bütün hayvan nevi'lerinden ayrıldı, üstün kılındı, şeref kazandı. Ve nitekim Allah Teala: "Ve gerçekte Biz Adem oğullarını şerefli, üstün ve seçkin kıldık..." buyurmaktadır.

Beden kafesinde nefs ve ruh, birleşmeden önce iki şey, birleştikten sonra ise bir tek şeydir. Ve işte bu şeye, insan ismi verilmektedir. 26



Ahsen-i Takvim ne demektir?
Tîn sûresinin 4. âyetinde geçmektedir. Âyette; "Andolsun ki biz insanı en güzel biçimde (ahsen-i takvîm) yarattık" denilmektedir. Bu tabirde geçen "takvîm", eğriyi doğrultmak, kıvama ve nizama koymak, kıymet vermek ve kıymetlendirmek; "ahsen" ise en iyi, en güzel demektir. "Ahsen-i Takvîm" ifadesi insanın; ruh ve bedeni ile en mükemmel şekilde yaratıldığını, boyunun düzgünlüğünü, endamının eşsizliğini, dileyen, isteyen, düşünen, konuşan, yazan, anlayan, anlatan ve sanat kabiliyeti olan; hakkı bâtıldan, güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, hayrı şerden, tatlıyı acıdan ayıran akıllı bir varlık oluşunu ifâde eder

“Biz, insanı ahsen-i takvim üzere yarattık.” (et-Tîn,4)

Nur Külliyatı'nda, “Küfür, mahiyet-i insaniyyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder.” denilerek, büyük bir hakikat dersi verilir. Demek ki, insan ahsen-i takvim ile ifade edilen bir elmas mahiyetinde yaratılmış. Kendisini rıza çizgisinden, istikamet hattından dışarı çıkarırsa, ceza alarak aşağıların aşağısına atılıyor. Bu çöküş “kömür” olmakla sembolize edilmiş. Bilim adamlarımızın ifadelerine göre, elmasla kömürün temel taşları aynı, yani ikisi de karbondur. Sadece kristalleşme şekilleri farklı. İşte bu farklılıktan birbirine zıt iki mahiyet doğuyor. Aynı harflerle farklı kelimelerin yazılabilmesi gibi, aynı insan mahiyetinden de birbirine zıt meyveler çıkabiliyor:


................................................................................................


Burada yine kainatın hudûsuna = yoktan var olmasına dönelim.

Allah Teâlâ yeri, gökleri yaratmayı murad ettiği zaman, kendisinden cisimler meydana gelebilecek maddeleri, tartılmaya, taşınmaya, uzanmaya, taksim olmaya, şekil kabul etmeye, bitişmeye, ayrılmaya, gözlerle görülmeye, el ile tutulmaya ve daha bir çok özelliklere elverişli îcad etti, yani maddeleri yoktan var etti. Bu maddelere aslî unsurlar da denilir, zerreler de denilir.
Madde, fezadaki bir yeri meşğul etmeye muh­tacdır. Maddenin var oluşu başkadır, yer alması da başkadır. Onun ihtiyacı kendisinin yoktan var oldu­ğuna birinci delildir. İkinci olarak sûret almaya muh­tacdır. Üçüncü olarak da bitişmeye, ayrılmaya muh­tacdır.
Allah Teâlâ'nın kendisine şekil ve sûret verdiği maddeler, bu sayeden, birleşmeye, ayrılmaya doğru hareketi de kazandılar. Ve hareketi, yoktan olması­na da, tekrar yok olacağına da delildir. Çünkü ba­zıları sür'atle, diğer bazıları tedrîcen yok olurlar. Bugün bilgisayar zamanında ilim erbabları bunu dahi keşfetmektedirler. Amma iman, başka bir şey­dir, Allah Teâlâ'nın inâyetine bağlıdır.
Binnetice madde denilen şey, zerrelerden meydana gelir. Zerre de; yine kimya ve fizik ilimlerinin mütehassıs bilginlerinin beyanlarına göre özeti şu­dur:
Madde yahud zerre, akımı yani elektiriği olma­yan = itiş – çekişsiz bir veyahud birkaç nötronlardan yani itiş – çekişsiz bir cüzden –ki bu cüz, idarecidir–; ikinci olarak, akımı çekici protonlardan; üçüncü cüz olarak da, iteleyici elektronlardan terkiblenmektedir. Yani zerre yahud madde üç cüzden müteşekkildir.
Hidrojende olduğu gibi elektronlar daima proton­ların adedine muvafıktır. Bir tek proton varsa, çekir­değin etrafında dolaşan elektron da bir tane olur; iki proton varsa, iki tane elektron bulunur. فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا “Allah Teâlâ yaratmış olduğu muayyen mikdarlardaki mahlukunu = zerreyi, kürreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmekle hüküm etti.”[[1]] buyrulan ayetin hükmünce “zerreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmesi”nden murad, eski ulemâmızın cevher diye tarif ettikleri, yer almaya muhtac olma­sına rağmen kendi kendini idare eden maddeler = zerrelerin, elektron, proton, nötron olmak üzere par­çalarıdır.
Bu zerreler yahud bu cevherlerin dengesini sağ­layanlar elektron, proton, nötron asıl cüzlerdir. Özellikleri diye ifade ettiğimiz yani kendisi kendi varlığını sağlamayan, bilakis ancak cevherlere = zerrelere bitişmekle varlığı gerçekleşen, arazlardır; şekil, cüz­lerin arasındaki boşluk, hareket ve sükûn gibi. İş böyle olunca cevherler, bizzat kendileri düşünüle­bilir, konu olabilir, fakat araz müstakil olarak düşü­nülmez, bilakis cevherlere teb'an düşünülebilir yahud da konu olabilir; yakut taşın rengi gibi. Yani renk ve şekil, arazlardır. Bu ğarib ve acîb, hayret verici üç cüzden mürekkeb zerre, kendisine tahsis edilen ara­zıyla, vasfıyla birlikte şaşmaz, belli, muayyen bir nizam üzere Allah'ın emr-u fermânıyla devam eder; o yarattığı proton ve elektronların adedi birbirini takib eder. Lâkin bununla beraber nötronların adedi aslâ proton ve elektronun adedini takib etmez. Küçük miskal halinde tartılması mümkün olanında hal bu iken, ne bakarsın, ağır tartıda yani uranyumda ise çekirdeğin etrafında takrîben iki yüz otuz sekiz protona mukabil, iki yüz otuz sekiz elektron bulunur. Aynı zamanda unsurların ihtilafı, proton ve elektronun adedlerinin muhtelif olmasından meydana gelir. Bazen de çekirdeklerin muvafakatından muhtelif zerreler elektron halini alırlar.
وَمَا يَعْذُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِى الاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ وَلاَ اَصْغَرَ مِنْ ذَالِكَ وَلاَ اَكْبَرَ اِلاَّ فِى كِتَاب مُبِينٍ 
“Her halukârda ne yerde, ne gökte zerreler ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizlenmez. Bu zerreden daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitabda = Levh-i Mahfuz'da da bulunmamış olsun.”[[2]]
mealindeki ayet-i kerîmede اَصْغَرَ مِنْ ذَالِك “Bu zerreden daha küçüğü”nden mura­dın, zerrenin küçük parçası olması, nötron gibi;
اَكْبَرَ “daha büyüğü”nden muradın, zerrenin en büyük parçası olması, elektron, proton gibi cüzler de muhtemeldir. Her halukârda bugün ilmin keşfetmiş oldu­ğu, insana varıncaya kadar canlıların yaşamasına en büyük yardımcı hidrojenin de, miskâl-i zerresi, bir elektrondan ve bir protondan oluşmaktadır. Yer, ay ve sair gezegenler fezada yüzdüğü, aralarında belli bir mesafe olduğu gibi, konu olan madde yahud zerrenin Hâlık'ı, zerreyi de öyle yaratmıştır, araların­da zerrenin cüzlerine göre boşlukları, mesafeleri tayin etmiştir; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmel sûretine, te­şekkülâtına ulaşmıştır. Ve insanı, ahsen-i takvim'de üstün ve seçkin, akıl ve iradeli olarak yaratmıştır; yarattığı her bir cevhere, insanın dimağına, akciğe­rine, karaciğerine, böbreklerine, kalbine varın­caya kadar, birçok vasıfları, özellikleri tahsis etmiştir. Ve bu itibarla Kur'ân-ı Hakîm'de Cenâb-ı Hakk Teâlâ in­sanları Tevhîde davet ederek:
اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ المَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ اَفَلاَ يُؤْمِنُونَ 
“İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden yarıp ayırdığı­mızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp dü­şünmediler mi? Yine de inanmayacaklar mı?”[[3]] diye buyurmaktadır.
Güneş pencereden yünden yapılmış sergiye ışık saçtığı zaman, görülen ufak ufak cüz­lere benzeterek Kur'ân-ı Hakîm'de Allah Teâlâ, kai­natın ondan oluştuğu şeye zerre ismini vererek, zer­reyi dahi Kendisi yoktan var ettiğini, yukarıda yap­tığımız izahtan daha geniş bir manayla beyan bu­yurmuştur.
Bunu inkar ederek Yunan hukemâsı kainatın aslına «heyulâ» ismini taktılar, ezelî ve kadim ol­duğuna hükmettiler. Bugünkü deyimle zerre maddenin kadim olduğunu, yani ezelde var olduğunu zannettiler. Ve bugünkü ilim, onların bu zannının çok çürük olmasını izah etmektedir. Bu mukaddimeyi bil­dikten sonra bilelim ki Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:
جِهَــــانْ جُـمْــلَه انْوَاعِـيـلَه وَ اَجْـزَاءُ صِـفَــــاتِيلَه
 
هَمْ اَفْعَالِ عِبَادِكْ خَيْـرُ و شَرِّى جُمْلَ خَلْـقُ اللّٰهْ
«Cihan cümle–nvâîle ve eczâu sıfâtıyla
 Hem ef'âli ibâdın hayr-u şerri cümle Halkullah» diye reddini burada «Heyûlâ yoktur» deyişiyle teyid etti ve Yunan hukemâsının sözünü reddetmek istedi.
İşte işin hakîkati, Allah Teâlâ zerreyi, maddeyi de yarattı, şekil ve sûreti bağışladı. Bu bağışa tabiî cismin = mutlak cismin uzunluğu, genişliği, derinliği itibariyle de «kem» denilir. Demek «kem», cisimle varlığı düşünülen arazdır; cisim, en az iki cevherden oluşmaktadır. Yani üç cüz'ü itibariyle iki madde = zerre, bir cisimdir. Allah Teâlâ bir hücreyi, mesela yüzlerce protein ve oksijen ile birleşen «hamud» = tuzlu acı madenden halkalardan mürekkeb kimyevi unsuru yarattı. Eski zamanda buna anâsır-ı erbaa denilirdi.
Bitişmek, ayrılma vasfından ârî yaratmış olduğu dört unsuru, hâsılı elementleri, asıl cüzlerine teb'an bitişmeye ayrılmaya elverişli olarak terkibledi, sûret verdi, biçim verdi. Cevhere ve cevherden meydana gelen cisimlere, cins ve nevi'le birlikte cins ve nevi'den meydana gelen ferdlere, hararet yani sıcaklık, burudet yani soğukluk, rutubet, kurumak olmak üze­re dört özelliği = arazı = vasfı tahsis etti. Elementlerden ve kimyanın bugünkü tesbit ettiği asıl cüzlerden çoğalmaya, semere vermeye birer fabrika halinde nebat ve ağaçların maddelerini yarattı, zerre ve madde halinden cisim haline, şekil haline, çoğal­ma, semere verme haline varıncaya kadar birleştir­di, his ve tabiî hareket üzere hayvan âlemini yarattı.
 
Elbette insan, madde itibariyle, yer, gök, toprak, su, hava, ateş ve daha birçok elementlerde = unsurlarda cisimlerle ortaktır; tabiî his ve hareketiyle hayvanla ortaktır. Ve bütün bunlar, nefs ciheti yahud da insanda hayvânî ruh cihetidir. Bu iki cihetle sair kainatla cins, nevi', sûret ve her özelliğiyle ortaktır.
 
 Ancak Allah Teâlâ insanı bu ortak olan asıllarla birlikte seçkin, iradeli ve akıl sahibi olarak yarattı. Yani oluşan hayvânî bedene = nefse = hayvânî ruha, ruh gönderdi, birleştirdi. Ruhun da ayrıca özel­liği, düşünmek, düşündüğünü dile getirmek, işin âki­betini bilmekten ibaret idrak ve nutuk = konuşmaktır. Buraya kadar anlatmış olduğumuz meselede birçok hukemâ, ehli kitab hepsi müttefiktirler. Dediler ki: “Allah Teâlâ Âdem'i ve Âdem'in neslini müstakil olarak yaratmıştır.
 

[[1]]Furkan Sûresi ayet 2

[[2]]Yûnus Sûresi ayet 61

[[3]]El-Enbiya Sûresi ayet 30.. Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Ancak Kur'ân-ı Hakîm hiçbir görüşe bağlı ve tâbi' değildir. İlmî hakîkatler isabetli olduğu nisbette Kur'ân-ı Hakîm'e tefsir olur. Nitekim bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden kürreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde so­ğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünya­ya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gel­miş; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmele ulaşmıştır. Ve bu bir mu'cizedir. Zira biz­ler, ilmin bunca inkişâfından önce de ayet-i kerîmenin bu hakî­katine inanıyoruz. Ve ayet-i kerîmeleri, dediğimiz gibi, bilim adamlarının kafasına uydurmaya kalkışmayız.

................................................................................................

Zaman ve mekan, madde olmadan evvel yoktu.Mesela, halktan yani yaratmaktan evvel, bir zaman söz konusu değildir. Şu halde halk ezeli, amma mahluk yani yaratılan sonradan var olmuş, hadistir. Öyle ise zaman yaratılanla başlar. Nitekim, kişinin doğum tarihi doğmasıyla başlar. Kişi olmadan evvel zamanı da yoktur. Böylece kainat..

......................................................
Şübheden hakikate s.21


Yol iken bu alem O Rabb-i Samed
Kendi nurundan yarattı Ahmedi
O Rasul'ün nuru başlangıç idi
Kainata hem de o illet idi
Senelerce tesbih eyler bi aded
Şimdi de halk-ı cihana O meded

Onun nuru da bölündü dörde hem
İşte O nurdan yaratıldı aded
Biri Kalem Arş-u Levh üç cüz idi
Dördüncü kısmı bölündü dört aded

Birincisi Arş-ı Hamil'dir olar
İkinci cüzden de Kürsi'dir sened
Üçüncü kısımdan var oldu melek
Tekrar dördüncü bölündü dört aded

Birinci kısmı semavat cümlesi
İkincisi yerdir yer demet demet
Yemesi halk-ı cihanı şaşırttı
Dört fasılda devreder bunda aded
Rabb-i alem Ona vermiştir emr
Hem anadır hem baba, diğer veled
Bi iman surete bakar aldanır
Gör Yaratan'ı; yürütendir Ehad
Nur-u Ahmed'den ki mahrum oldular
Kanunu zan etti sığınak-u sened
Ehli iman kalb-i aklıyla bakar
Her şeye illet bil O Baki Tek ve Ferd
Nur-u Ahmed'den meded gelse eğer
Her hakikat görülür bi şek ve sed

Üçüncüsü cennet-u nar oldu hem
Dördüncü tekrar bölündü dört aded

Mü'minler gözler ve kalbler nurları
Üçüncüsü Tevhid-i Vahid Ehad

Taksim olunan kısım sudur hayat
Her şeye odur asıl hem müstened
Kainatın aslıdır Onun nuru
Hem de server zerrelerde O meded
Kalb-u akl-u ruha rehber nurudur
Cümle erkan-ı cihana O meded
Cümle peygamberlere vasıtadır
İki cihanda güneş dostu Ehad
Budur hikmet, ashabı yıldız olur
Cümlesine akseder O Zat-ı Ferd
Maden-i esrar Odur hem nurun berzahı
Çok terakki  eder O elbet ebed
İşte O nur evliyada görünür
Gecede yıldızları nurlar Samed 
İlk ve son Odur Nebiyy-i Mu'teber 
Her şeyin fevkinde O abd-ul-Ehad
Onu vasfetmiş nice Rabb-i Ehad
Sözünü kes hem sükut et geç ebed
Ahlakın furkanda tebyin eylemiş
Mustafa'dır Onu seçmiş Hakk Samed
İsmailim der garibi el-meded sad-el-meded
Sen şefaat kıl bizlere ey Cevher-i ferd
Bi emanım bi emanım yüz-el-meded
Sen Şefi'sin hem Rafi'sin el-meded



İmam-ı Rabbani: "Hazreti Rasul-u Ekrem aleyhissalatu vesselam'ın hakikatı, ilk evvela zuhur mertebesine asıl ve esastır; diğer enbiya ve evliya, melekler, O hakikatin gölgesidir." demiştir.

"İlk evvela Allah benim nurumu yarattı; sonra Mü'minler de benim nurumdan yaratıldı." mealindeki hadis-i şerif de bu manayı teyid etmiştir.
Allah bir nur yarattı, Onun ismini Ahmed koydu. Sonra her şey O nurdan yaratıldı. Bunun için O hepsinden daha üstündür. Zira üstünlük asıldadır. .........................
Eğer Onun nuru olmasaydı, bu alem yokluktan varlığa çıkmaz idi. Varlığın merkezi noktası yine Odur. Bunun için O Hazret'in hakikatı, her hakikatin hakikati olmuştur. O nurların nuru, sırların sırrıdır. Esma ve Sıfat'ın mazharıdır, ezelin tercümanıdır.


........................................
Şübheden hakikate s.149-151

.............................................................................................


KAİNATIN ASLI OLAN HEYULA EZELİ DEĞİL, HÂDİSTİR

هَيُولَى يُوقْدُرْ اَذْهَانْ اِيچْرَه بِرْ جُزْء اُولْدِيغِى حَقْدِرْ
كِه اُولْ وَصْــفِ تَجَـزِّيدَنْ بَـرِيدِرْ دِيرْ بُو اَهْلُ اللّٰهْ
Heyûlâ yokdur ezhan içre bir cüzi' olduğu haktır
Ki ol vasf-ı tecezzîden berîdir der bu Ehlullah
Heyûlâ ezelî değildir. Ancak, cevherler = elektron, nötron, proton gibi aslî cüzler vardır. Ehli Sünnet vel'Cemaat dediler ki: Kâbil-i taksim olmayan cüz­lerden dahi Allah Teâlâ münezzehtir.
            Bu beytte dört mesele vardır:
1-Tabiat kanunlarıyla uğraşan eski felsefecilerin: “Güneş pencereden yünden yapılmış sergiye ışık saçtığı zaman, görülen ufak ufak yahud pamuğun cüzlerine benzeyen kainatın aslı heyûlâdır, ezelîdir.” demeleri.
2-Yine diğer birtakım eski felsefecilerin: “Kaina­tın asıl zerreleri Allah'tan ayrılmış birer parçadır ve tekrar O'na dönüp birleşir.” demeleri,
3-Yine tabiatle uğraşan diğer birtakım feylesof­ların: “Zerreler, ezelî olduğundan, kendileri fâil ve idarecidir.” demeleridir.
4-Evet “Cisimler, parçalanması mümkün olma­yan zerrecik'ten tertiblenmiştir.” kaziyesi ittifâkîdir. Amma öbür deyişleri hayaldir, çünkü zerrelerde akıl, irade yoktur. Olmadığı için halden hale naklolundu­ğu için, ayrıca şekil, araz ve vasıflara mahal olduğu için, kendisi fezadan bir yer almaya muhtac olduğu için ezelî değillerdir. Sonsuz dedikleri zerre sonludur, Allah Teâlâ'nın mef'ûlüdür, fâiliyle birleşmez. Zira fâil, mef'ûlün silsilesine girmez.
    Zerreyi yaratan, kürre haline getiren ve insan beynini yaratan Allah Teâlâ'dır ve tedbirci de O'dur. Ve Hâlık'la mahluk arasında hiçbir münasebet yoktur; saatçiyle saatinin, bilgisayarla bilgisayar yapa­nın münasebetleri olmadığı gibi. Bu itibarla İbrahim Hakkı:
«Heyûlâ yokdur ezhan içre bir cüz’ü olduğu haktır
Ki ol vasf-ı tecezzîden berîdir der bu Ehlullah»
demekle reddetti. Ayrıca vehimde kâbil-i taksim olmayan «cüz'ü lâ yetecezzâ» yani zerrenin en ufak parçasından, büyük parçasından, cisimden, Allah Teâlâ münezzehtir; mef'ûlünün, yani kainatın silsilesine dahil değildir.
Burada yine kainatın hudûsuna = yoktan var olmasına dönelim.
Allah Teâlâ yeri, gökleri yaratmayı murad ettiği zaman, kendisinden cisimler meydana gelebilecek maddeleri, tartılmaya, taşınmaya, uzanmaya, taksim olmaya, şekil kabul etmeye, bitişmeye, ayrılmaya, gözlerle görülmeye, el ile tutulmaya ve daha bir çok özelliklere elverişli îcad etti, yani maddeleri yoktan var etti. Bu maddelere aslî unsurlar da denilir, zerreler de denilir.
Madde, fezadaki bir yeri meşğul etmeye muh­tacdır. Maddenin var oluşu başkadır, yer alması da başkadır. Onun ihtiyacı kendisinin yoktan var oldu­ğuna birinci delildir. İkinci olarak sûret almaya muh­tacdır. Üçüncü olarak da bitişmeye, ayrılmaya muh­tacdır.

Allah Teâlâ'nın kendisine şekil ve sûret verdiği maddeler, bu sayeden, birleşmeye, ayrılmaya doğru hareketi de kazandılar. Ve hareketi, yoktan olması­na da, tekrar yok olacağına da delildir. Çünkü ba­zıları sür'atle, diğer bazıları tedrîcen yok olurlar. Bugün bilgisayar zamanında ilim erbabları bunu dahi keşfetmektedirler. Amma iman, başka bir şey­dir, Allah Teâlâ'nın inâyetine bağlıdır.
Binnetice madde denilen şey, zerrelerden meydana gelir. Zerre de; yine kimya ve fizik ilimlerinin mütehassıs bilginlerinin beyanlarına göre özeti şu­dur:
Madde yahud zerre, akımı yani elektiriği olma­yan = itiş – çekişsiz bir veyahud birkaç nötronlardan yani itiş – çekişsiz bir cüzden –ki bu cüz, idarecidir–; ikinci olarak, akımı çekici protonlardan; üçüncü cüz olarak da, iteleyici elektronlardan terkiblenmektedir. Yani zerre yahud madde üç cüzden müteşekkildir.
Hidrojende olduğu gibi elektronlar daima proton­ların adedine muvafıktır. Bir tek proton varsa, çekir­değin etrafında dolaşan elektron da bir tane olur; iki proton varsa, iki tane elektron bulunur. فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا “Allah Teâlâ yaratmış olduğu muayyen mikdarlardaki mahlukunu = zerreyi, kürreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmekle hüküm etti.”[[1]] buyrulan ayetin hükmünce “zerreyi, belli parçalara, belli özelliklere tahsis etmesi”nden murad, eski ulemâmızın cevher diye tarif ettikleri, yer almaya muhtac olma­sına rağmen kendi kendini idare eden maddeler = zerrelerin, elektron, proton, nötron olmak üzere par­çalarıdır.
Bu zerreler yahud bu cevherlerin dengesini sağ­layanlar elektron, proton, nötron asıl cüzlerdir. Özellikleri diye ifade ettiğimiz yani kendisi kendi varlığını sağlamayan, bilakis ancak cevherlere = zerrelere bitişmekle varlığı gerçekleşen, arazlardır; şekil, cüz­lerin arasındaki boşluk, hareket ve sükûn gibi. İş böyle olunca cevherler, bizzat kendileri düşünüle­bilir, konu olabilir, fakat araz müstakil olarak düşü­nülmez, bilakis cevherlere teb'an düşünülebilir yahud da konu olabilir; yakut taşın rengi gibi. Yani renk ve şekil, arazlardır. Bu ğarib ve acîb, hayret verici üç cüzden mürekkeb zerre, kendisine tahsis edilen ara­zıyla, vasfıyla birlikte şaşmaz, belli, muayyen bir nizam üzere Allah'ın emr-u fermânıyla devam eder; o yarattığı proton ve elektronların adedi birbirini takib eder. Lâkin bununla beraber nötronların adedi aslâ proton ve elektronun adedini takib etmez. Küçük miskal halinde tartılması mümkün olanında hal bu iken, ne bakarsın, ağır tartıda yani uranyumda ise çekirdeğin etrafında takrîben iki yüz otuz sekiz protona mukabil, iki yüz otuz sekiz elektron bulunur. Aynı zamanda unsurların ihtilafı, proton ve elektronun adedlerinin muhtelif olmasından meydana gelir. Bazen de çekirdeklerin muvafakatından muhtelif zerreler elektron halini alırlar.

وَمَا يَعْذُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِى الاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَاءِ وَلاَ اَصْغَرَ مِنْ ذَالِكَ وَلاَ اَكْبَرَ اِلاَّ فِى كِتَاب مُبِينٍ

“Her halukârda ne yerde, ne gökte zerreler ağırlığınca hiçbir şey Rabb'inden gizlenmez. Bu zerreden daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitabda = Levh-i Mahfuz'da da bulunmamış olsun.”[[2]] mealindeki ayet-i kerîmede اَصْغَرَ مِنْ ذَالِك “Bu zerreden daha küçüğü”nden mura­dın, zerrenin küçük parçası olması, nötron gibi; اَكْبَرَ “daha büyüğü”nden muradın, zerrenin en büyük parçası olması, elektron, proton gibi cüzler de muhtemeldir. Her halukârda bugün ilmin keşfetmiş oldu­ğu, insana varıncaya kadar canlıların yaşamasına en büyük yardımcı hidrojenin de, miskâl-i zerresi, bir elektrondan ve bir protondan oluşmaktadır. Yer, ay ve sair gezegenler fezada yüzdüğü, aralarında belli bir mesafe olduğu gibi, konu olan madde yahud zerrenin Hâlık'ı, zerreyi de öyle yaratmıştır, araların­da zerrenin cüzlerine göre boşlukları, mesafeleri tayin etmiştir; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmel sûretine, te­şekkülâtına ulaşmıştır. Ve insanı, ahsen-i takvim'de üstün ve seçkin, akıl ve iradeli olarak yaratmıştır; yarattığı her bir cevhere, insanın dimağına, akciğe­rine, karaciğerine, böbreklerine, kalbine varın­caya kadar, birçok vasıfları, özellikleri tahsis etmiştir. Ve bu itibarla Kur'ân-ı Hakîm'de Cenâb-ı Hakk Teâlâ in­sanları Tevhîde davet ederek:اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا اَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ المَاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ اَفَلاَ يُؤْمِنُونَ “İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden yarıp ayırdığı­mızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp dü­şünmediler mi? Yine de inanmayacaklar mı?”[[3]] diye buyurmaktadır. Güneş pencereden yünden yapılmış sergiye ışık saçtığı zaman, görülen ufak ufak cüz­lere benzeterek Kur'ân-ı Hakîm'de Allah Teâlâ, kai­natın ondan oluştuğu şeye zerre ismini vererek, zer­reyi dahi Kendisi yoktan var ettiğini, yukarıda yap­tığımız izahtan daha geniş bir manayla beyan bu­yurmuştur.
Bunu inkar ederek Yunan hukemâsı kainatın aslına «heyulâ» ismini taktılar, ezelî ve kadim ol­duğuna hükmettiler. Bugünkü deyimle zerre maddenin kadim olduğunu, yani ezelde var olduğunu zannettiler. Ve bugünkü ilim, onların bu zannının çok çürük olmasını izah etmektedir. Bu mukaddimeyi bil­dikten sonra bilelim ki Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:

جِهَــــانْ جُـمْــلَه انْوَاعِـيـلَه وَ اَجْـزَاءُ صِـفَــــاتِيلَه
 هَمْ اَفْعَالِ عِبَادِكْ خَيْـرُ و شَرِّى جُمْلَ خَلْـقُ اللّٰهْ
«Cihan cümle–nvâîle ve eczâu sıfâtıyla
Hem ef'âli ibâdın hayr-u şerri cümle Halkullah» diye reddini burada «Heyûlâ yoktur» deyişiyle teyid etti ve Yunan hukemâsının sözünü reddetmek istedi.
İşte işin hakîkati, Allah Teâlâ zerreyi, maddeyi de yarattı, şekil ve sûreti bağışladı. Bu bağışa tabiî cismin = mutlak cismin uzunluğu, genişliği, derinliği itibariyle de «kem» denilir. Demek «kem», cisimle varlığı düşünülen arazdır; cisim, en az iki cevherden oluşmaktadır. Yani üç cüz'ü itibariyle iki madde = zerre, bir cisimdir. Allah Teâlâ bir hücreyi, mesela yüzlerce protein ve oksijen ile birleşen «hamud» = tuzlu acı madenden halkalardan mürekkeb kimyevi unsuru yarattı. Eski zamanda buna anâsır-ı erbaa denilirdi.
 Bitişmek, ayrılma vasfından ârî yaratmış olduğu dört unsuru, hâsılı elementleri, asıl cüzlerine teb'an bitişmeye ayrılmaya elverişli olarak terkibledi, sûret verdi, biçim verdi. Cevhere ve cevherden meydana gelen cisimlere, cins ve nevi'le birlikte cins ve nevi'den meydana gelen ferdlere, hararet yani sıcaklık, burudet yani soğukluk, rutubet, kurumak olmak üze­re dört özelliği = arazı = vasfı tahsis etti. Elementlerden ve kimyanın bugünkü tesbit ettiği asıl cüzlerden çoğalmaya, semere vermeye birer fabrika halinde nebat ve ağaçların maddelerini yarattı, zerre ve madde halinden cisim haline, şekil haline, çoğal­ma, semere verme haline varıncaya kadar birleştir­di, his ve tabiî hareket üzere hayvan âlemini yarattı.
Elbette insan, madde itibariyle, yer, gök, toprak, su, hava, ateş ve daha birçok elementlerde = unsurlarda cisimlerle ortaktır; tabiî his ve hareketiyle hayvanla ortaktır. Ve bütün bunlar, nefs ciheti yahud da insanda hayvânî ruh cihetidir. Bu iki cihetle sair kainatla cins, nevi', sûret ve her özelliğiyle ortaktır.
Ancak Allah Teâlâ insanı bu ortak olan asıllarla birlikte seçkin, iradeli ve akıl sahibi olarak yarattı. Yani oluşan hayvânî bedene = nefse = hayvânî ruha, ruh gönderdi, birleştirdi. Ruhun da ayrıca özel­liği, düşünmek, düşündüğünü dile getirmek, işin âki­betini bilmekten ibaret idrak ve nutuk = konuşmaktır. Buraya kadar anlatmış olduğumuz meselede birçok hukemâ, ehli kitab hepsi müttefiktirler. Dediler ki: “Allah Teâlâ Âdem'i ve Âdem'in neslini müstakil olarak yaratmıştır.

[[1]]Furkan Sûresi ayet 2

[[2]]Yûnus Sûresi ayet 61

[[3]]El-Enbiya Sûresi ayet 30.. Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Ancak Kur'ân-ı Hakîm hiçbir görüşe bağlı ve tâbi' değildir. İlmî hakîkatler isabetli olduğu nisbette Kur'ân-ı Hakîm'e tefsir olur. Nitekim bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla bu gaz kütlesinden kürreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde so­ğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünya­ya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gel­miş; suda yosunlaşma ile başlayan canlılık, insana varıncaya kadar en mükemmele ulaşmıştır. Ve bu bir mu'cizedir. Zira biz­ler, ilmin bunca inkişâfından önce de ayet-i kerîmenin bu hakî­katine inanıyoruz. Ve ayet-i kerîmeleri, dediğimiz gibi, bilim adamlarının kafasına uydurmaya kalkışmayız.


......................................................................................
Size Sözüm Öz İnci Armağan s.151-158




................................................................................................

Bu gördüğümüz insanlar, hayvanlar, gezegenler yok iken Allah Azze ve Celle var idi; Zatı’nı sevdi, sıfatlarını sevdi, isimlerini sevdi; şu gördüğümüz bunca alemi yoktan var etti. Binaenaleyh alemin aslı vücud değil, ademdir.
Sonra birçok mahlukları yarattı; isimlerini bilmediğimiz, canlı cansız birçok şeyleri yarattı.

Bir kısmını Kendisi’ni tanıyıp Kendisi’ne ibadet etmeleri için hayrlı, halis ve pak yarattı.

Bir kısmını şerli yarattı. Bu kısım, şer işlemekten başka bir şey bilmezler. Bunlara da şeytan ve ervah-ı habise= habis ruhlar denilmektedir.

Madde alemine gelince ; zerreyi, kürreyi, mercanı yarattı, ağaçları yarattı, otları yarattı, hayvanları yarattı... Kendilerine hareket, çoğalma kabiliyetini bahşetti. Bu dahi,

a- Sadece çoğalmaya elverişli, his ve hareketli olmayanlardır; madenlerden mercan, ağaçlar, çayırlar gibi. Bunlara “alem-i nebat” , “alem-i eşcar” denilmektedir.

b- Bununla birlikte tabii hareketi = avını tanımak bilgisini, avını yakalama usullerini, aynı zamanda aleyhinde gelen avcısını tanıma bilgisini, ondan korunma, kaçınma bilgisini bağışladı.

Bu bağış, hayvan aleminde vardır. Yani tabiat = adet = istekli isteksiz avlanmak = ister istemez avcısından kaçmak = gözü kestiği şeylere = aleyhinde, zararlı şeylere saldırma hissini = duygusunu verdi. Bu hissi = manevi duyguları, amip hayvanına varıncaya kadar, bütün hayvanların sinir sistemleri içerisinde gizletti.

Sinir sistemi içerisinde gizlenen bu bağış, bir kanun gibi oluverdi. Nitekim bilim adamları buna “tabii kanun” ismini vermektedirler, yani “Hayvanların sinir sistemleri içerisinde tabi’lenen hisler ve hislerin de azalarında fiile geçişi, fiilde devamı” demek istediler.

Aynı zamanda lehinde olanları celbetmek = avlanma hissi verdi. Her hayvan hayatını bununla eceli gelinceye kadar devam eder. Bu bizim konumuz değildir, ancak şunu demek isteriz :

Allah Teala nasıl ki toprağın özünde gizlenen kimyevi unsurların tesir bakımından özelliklerini hayvana tahsis etti, hayvanlar da bu kimyevi unsurların birçok cüzlerinin bir araya  gelmesinden his ve harekete sahip olduysa, doğrusu Allah Teala, hayvanlardaki kimyevi unsurların tesirlerini hislerine dönüştürüp, maddenin aslı olan dönüşe döndürerek harekete çevirdi ise, böylece yer küresinin toprağının daha özünden ve suyunun tüm kimyevi cüzlerini bir araya getirip hamur gibi karıştırarak insanın sinir sistemi içerisinde gizletti. Ve bu ilk İNSAN... Şöyleki :

***Allah Teala meleklere emretti. Melekler de hayvanlara mahsus olan toprağın özünden daha öz kimyevi unsurları, cüzlerini topladılar, çorba gibi suyla yoğurdular; bir heykel gibi oldu. Ama nasıl bir heykel.....

Mesela sadece bir dişin, otuz cüz; kıl kadar sinir sistemine sahib...
            Her bir cüz mideye postacılık yapabilecek, ara­sına girenin elemini, acısını, lezzetini idrak ederek haber verme kabiliyetinde...

            Aralarına giren, bir kaşık pirincin içerisinde bir pirinç tanesinin dörtte biri kadar bir taş sebebiyle beyni hoplatacak kadar tahrikçi, hassas... Yiyeceklerini kemirmeye son derece elverişli... Sadece bir diş...

            Hem mesela, bir baş parmağın eklemi sayılma­yacak kadar ufak ufak cüzlerden tertiblenmiş kemik, kemik üstüne örülmüş sinir sistemi, örümcek ağının iplerinden daha ince telleri... Şöyleki:

      Beyinciğin kendisine vereceği emrle istediğini nakşeder, yazar, dokur, keser. Aynı zamanda do­kunduğu şeyleri, sıcak, soğuk, sert, düz, mesela kı­lıcın keskin olup olmamasından dimağa haber verecek kadar birçok özellikler, hissî ilim...

      Sadece insanda Allah Teâlâ'nın yaratmış oldu­ğu parmak ucu, mu'cize olarak kâfi gelecek kadar­dır.

    Böylece tırnak ve parmaktan beyne varıncaya kadar rakam almaz derecede etiyle birlikte örülmüş file... Hassas, tabiî bilgiye sahib...

            File dediğimiz, hayvan gibi avını tanır, amma tabiî bilgiyle birlikte akıl ve iradesiyle peşine koşar, yakalamayı bilir, avcısından kaçar, ondan gizlenmeyi bilir ve böylece hayatın bütün levâzımlarını, Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu tabiî ilimle bilir; doğar doğmaz emmeyi güzel becerir; hoşuna gelen nağ­meleri dinler, kendini teselli eder... Güler, ağlar... Ağlayışı, o güzel ruh âleminden hicret ederek ğur­bete düşmesi ve beden kafesi içerisine girişindendir.