بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Ma'bud'un Sevilmesi Her Canlıda Vardır

                     MA'BÛD'UN SEVİLMESİ HER CANLIDA VARDIR
Lüğatte “muhabbet yani sevgi”, güzelliğinden dolayı bir kimseye yahud bir şeye meyletmektir. Mesela:
Şecaatlerinden dolayı cengaverlere, sehâ­vetlerinden dolayı cömerdlere, güzelliklerinden dolayı yeşillik, çayır, çimen, ağaçlara, güzel sesli kuşlara meyledilmesi gibi.
Yahud da sevgi, tabiî olarak nimetten dolayı velînimete meyletmektir. Mesela:
Yardımı umulan anne, baba ve zengine, iyilik yapanlara meyledilmesi, aynı zamanda canlıların besinlerine meyletmeleri gibi.
            Bu tür meyillere, fıtrî, tabiî sevgi denilmektedir.

Hadîs-i şerîfte:اِنَّ لِلّٰهِ مِائَةَ رَحْمَةٍ اَنْزَلَ مِنْهَا رَحْمَةً وَاحِدَةً بَيْنَ الْجِنِّ وَالاِنْسِ وَالبَهَائِمِ وَالهَوَامِّ فَبِهَا يَتَعَاطَفُونَ وَبِهَا يَتَرَاحَمُونَ وَبِهَا تَعْطِفُ الوَحْشُ عَلَى وَلَدِهَا وَاَخَّرَ تِسْعًا وَتِسْعِينَ رَحْمَةً يَرْحَمُ بِهَا عِبَادَهُ يَوْمَ القِيَامَةِ

“Gerçekte Allah'ın yüz merhameti vardır:
Tabiî sevgi olarak yüzde bir merhametini cinlerin, insanların, hayvanların, böceklerin arasına indirip taksim etmiştir.
Bunlar, tabiî sevgi olarak o merhamet sebebiyle birbirlerine eğilip dayanırlar, birbirlerine rahm-u şefkatte bulunurlar;
yine tabiî sevgi olarak o merhamet sebebiyle vahşi hayvanlar dahi yavruları üzerine şefkatle eğilirler. İman ve İslam üzere azabından sakınan, rahmetini uman gerçek kullarını kıyamet gününde esirgemek için Allah, yüzde doksan dokuz merhametini de tehir etmiştir.”
diye buyrulmaktadır.

İşte annelerin şefkatle yavrularını kucaklamaları, imdad­larına koşmaları, onları koruma altına alıp hiz­met etmeleri, o yüzde bir rahmetinden yani tabiî ve fıtrî sevgiden kaynaklanmaktadır.

İnsan iyiden iyiye düşündüğü takdirde, fevkalâde Zâtı'nın kemalâtı ve güzelliği cihetiyle olsun, velînimet olarak nimetleri mahlukuna ulaştırması cihetiyle olsun, her halukârda ha­kîkî mahbûb = sevilenin ve ma'bûdun = tapınılanın sadece Allah Subhânehu ve Teâlâ olduğunu bulur.

Allah Teâlâ, irâdî sevilmesinin madenini yani cevherini, her canlının fıtrî ve tabiî sevgisinin sert kabuğu içerisinde gizlemiştir.

Taşta gizlenen ateş kıvılcımı, demirin taşa çakılmasıyla ortaya çıktığı; fosforda gizlenen ateş, kibritin çakılmasıyla şûle olarak ortaya çıktığı gibi, hiç şübhesiz insanın ruhunun, kalbinin derin merkezinde gizlenen Ma'bûd'unun sevgi kıvılcımları yahud şûlesi de, ancak iman, İslam ve ihsanın gerçekleşmesiyle ortaya çıkar, kemiyetten keyfiyete geçer.

Bir adam Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel­lem'e gelerek:
“Allah'ın yüzü hürmetiyle Senden sorarım: Rabb'imiz neyle Seni seçip bize göndermiştir?” Rasûlullah:

            بِالاِسْلاَمِ “İslamla.” Adam:

            “İslam nedir?” diye sorunca Rasûlullah'ın:

            اَنْ تُسْلِمَ وَجْهَكَ لِلّٰهِ وَاَنْ تُخْلِىَ لَهُ نَفْسَكَ

“İslam, Allah Teâlâ'nın Varlığı'na, Birliği'ne içtenlikle inanarak bütün kıvılcımlarınla Allah'a teslim olman ve O’nun için kalbini küfür, şirk ve nifaktan boşaltmandır.”

diye buyurduğu hadîs-i şerîfin hükmünce gerek namazın dışında ve gerekse namazın içinde şehadet kelimesini getirerek Tevhîde yani İslam Dînine inanan Muvahhid Mü'minin şehadeti; şirk ve müşriki, küfür ve kafiri, nifak ve münafıkı bırakmasını, İslam Dînine inancını bozacak söz ve hareketlerden sakınmasını, ihlas üzere ta'dîl-i erkanla namazı yerli yerinde kılmasını, her Mü'min kardeşinin malını, kanını, namusunu korumasını, helalini helal, haramını haram inanmasını gerektirir, yani farz kılar.

 Çünkü   وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ اَنْ يَعْبُدُوهَا وَاَنَابُوا اِلَى اللّٰهِ لَهُمُ البُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ القَوْلَ وَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُوٜلٰٗئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللّٰهُ وَاُوٜلٰٗئِكَ هُمْ اُوٜلُوا الاَلْبَابِ

“Habîbim! Tâğuttan ve tâğûta ibadet etmekten = şirk ve müşrikten uzaklaşarak Allah'a dönen Mü'min Muvahhid kullarımı müjdele:
Binaenaleyh Kur'an ve hadîsin hükümlerini dinleyerek iyiden iyiye öğrenip en güzeline uyan Muvahhid kullarımı müjdele.
Tâğutu ve tâğûta ibadet etmeyi bırakıp Allah'a dönen kimseler, Allah'ın kendilerini, gösterdiği doğru yolda yürüttüğü zevatların ta kendileridir.
Ve onlar, her türlü karışımdan zihinleri saflaşan, sâlim akıl sahible­rinin ta kendileridir.”
ayet-i kerîmesinin hükmünce:
a-Kalben Allah Teâlâ'nın Varlığı'na, Birliği'ne inanması, Muhammed'in de umum ins ve cinlere Peygamber olarak gönderilmesini tasdik etmesi,

b-Tasdik şartıyla Kelime-i Şehadeti söylemesi üzerinde sebat etmesi, yani küfre sebeb olacak söz ve hareketten sakınması,

c-Zarûret-i Dîniyyeden birisini inkar etmemesi,

d-Tâğutu, şirk ve müşriki  bırakması,

e-Kur'an ve hadîsin hükümlerini, tâğut ve müşriklerin hükümleri üzerine tercih etmesi olmak üzere beş şartla şehadet kelimesini getirenin, ancak küfür, şirk ve nifaktan, Tevhîde yani İslam Dînine imanı; riya, gösteriş ve bozgunluğa uğramaktan, ameli, ibadeti arınıp sadeleşir ve parlayıp kabul dergâhına ulaşır.

Aksi takdirde sayılan Tevhîde inanmanın beş şartından birisi olmaksızın

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ


“Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Rasûlühu.” diye mücerred dille şehadet kelimesinin söylenilmesi, iman etmeye kâfi gelmez.

Yani Tevhîde inanmanın beş şartını yerine getirmeksizin: “Allah Teâlâ'dan başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'bûd olmadığına, kalbimle tasdik, dilimle ikrar ederek şehadet ederim.” demenin iddiası iman etmeye kâfi gelmez.

Aynı zamanda, kalbî tasdik ve inkar olmadığı halde mücerred dille şehadet kelimesinin söylenilmesi nifak; kalbî inkarla küfür; Allah Teâlâ'nın sıfatlarından birinin mahluka, noksan sıfatlardan birinin Allah Teâlâ'ya nisbet edilmesi şirk; kalbî tasdîki bozacak söz ve hareketlerin irtidad olması sebebiyle; Tevhîde inan­mayı ve Tevhîdin gerektirdiği hükümleri mahluka öğretip bildiren “Muhammed'in de Allah'ın Kulu ve Rasûlü olduğuna, kalbimle tasdik, dilimle ikrar ederek şehadet ederim.” diye iddia etmek yine Tevhîde yani İslam Dînine iman etmeye kâfi gelmez, demek istiyoruz.

 Kudsî hadîs-i şerîfte:

قَال اللّٰهُ عَزَّ وَجَلَّ اِنَّنِى اَنَا اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنَا فَاعْبُدُونِى مَنْ جَائَنِى مِنْكُمْ بِشَهَادَةِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ بِالاِخْلاَصِ دَخَلَ فِى حِصْنِى وَمَنْ دَخَلَ فِى حِصْنِى اَمِنَ مِنْ عَذَابِى

“Allah Azze ve Celle şöyle buyurdu:
 Gerçekte Ben Benim: İsmim Allah'tır: Ben'den başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'bûd = tapınılan yoktur.

Ben'i Birleyip İsim ve Sıfatım'la tanıyın, ihlas üzere Ban'a ibadet edin: Yukarıdaki beş şartın itibarıyla Sizden kim, sadakat ve ihlasla “Allah'tan başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'bûd = tapınılan yoktur.”
demek şeha­detiyle Ban'a gelirse, Ben'im kal'ama girmiştir; kim de kal'ama girmiş olursa, ebedî azabımdan emin olur.” yani güven almış demektir.

Bu kudsî hadîs-i şerîfte:

اِنَّنِى اَنَا اللّٰهُ  “Gerçekte Ben Benim: İsmim Allah'tır.”

buyurmasıyla Allah Teâlâ Rubûbiyet sıfatlarını Zât-ı Şerîfi'ne tahsis etmiş, Kendisi'ni Birleyerek İsim ve Sıfatı'yla Zâtı'nın tanınmasını emretmiş; ve Rubûbiyet sıfatlarından birini kendisine yahud Allah Teâlâ'dan başkasına isnad eden tâğutu, fir'avn ve tâbi'lerini reddetmiştir. Bu sûretle inanmak gerekir.

 فَاعْبُدُونِى “ihlas üzere Ban'a ibadet edin.”

buyurmasıyla da Allah Teâlâ, hakîkî fâil olması sebebiyle Kendisi'nin Rabb olması, abdinin ya­ni kulunun da kulluk yapması gerektiğini bildirmiştir.

Bu sebeble abdin yani kulun kulluk yapmasını yani Rabb'inin emriyle düşüp kalkmasını ve namaz, oruç, hac, zekat, kurban boğazlamak gibi ibadetlerini de Zât-ı Şerîfi'ne tahsis etmesini emretmiştir.

 Bu kudsî hadîs-i şerîfte yer alan:

وَمَنْ دَخَلَ فِى حِصْنِى اَمِنَ مِنْ عَذَابِى “Kim de kal'ama girmiş olursa, ebedî azabımdan emin olur.”
cümlesinin hükmünce müjde almanın, Tevhîd kal'asına girmenin, iman, zikir ve ibadetin kabulünün birinci şartı ihlas; ikincisi ise, bunların keyfiyet olarak da nefsin heva ve hevesine, istek ve arzusuna göre değil, bilakis Muhammed sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in getirdiği dîninin, diğer ifadeyle şer'i şerîfin emrine tıpatıb muvâfık olmasıdır.

            مَا مِنْ اَحَدٍ يَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
صِدْقًا مِنْ قَلْبِهِ اِلاَّ حَرَّمَهُ اللّٰهُ عَلَى النَّارِ

“Tasdik = kalbînde doğruluğuna hüküm ettiği halde Allah'tan başka azabından korkulan, zâtıyla yahud nimetiyle sevilen ve Rabb olması sebebiyle tapınılan hiçbir ma'bûd olmadığına ve Muhammed'in de Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet eden hiçbir kimse yoktur ki, Allah da onu ateşe haram etmemiş = ondan uzaklaştırmamış olsun.” buyrulan hadîs-i şerîfin hükmünce Ehli Tahkîk olan sûfîler: “İhlas, Tenzih, Tecrid ve Tefrîdle gerçekleşen Tevhîd: Bilgi üzere “Ulûhiyetin” –yani tapılmanın–, “Rubûbiyetin” –yani icâdıyla eşyayı yokluktan varlık sahasına çıkarmanın, varlık sahasına çıkarttığı âlemi imdâdıyla yeşertmenin, yaşatmanın, tedbir etmenin, tasarruf etmenin–, “Mâlikiyetin” –yani sahib olduğu mülkünde hükmünün geçerli olmasının– ve “Hâkimiyetin” –yani isteğine göre hükmünü icra etmenin– sadece Allah Teâlâ'ya tahsis edil­mesi, mâsivânın vücudunun nefyedilmesi, Zât-ı Pâk-ı Ehadiyye'yi Birleyerek vücudun Zât-ı Şe­rîfi'ne tahsis edilmesi, isim ve sıfatlarının öğrenilmesi ve kalbi tasdik şartıyla dille لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَللّٰهُ “Lâ ilâhe illallah” diyerek nübüvvet ve risâletle şereflenen Muhammed'in tasdik edilmesidir.” diye tarif ettiler.
Şehadet Kelimesi'ni getirerek hak ve gerçeğe muvâfık bilgi üzere iman eden, içtenlikle boyun eğerek Allah Teâlâ'nın dînine teslim olan, “Rabb'im beni görür.” diye hayatına çeki düzen veren, kendini Rabb'inin kontrolü altında bulunduran, zikir ve ibadetle Rabb'ine yönelmekte sebat eden, “Benim gibi halk, Rabb'i­min iyâli gibidir.” deyip Rabb'inin iyâline iyilik yapmayı âdet edinen, iman ve İslam üzere Allah Teâlâ'nın azabından sakınan, rahmetini uman gerçek kulu, er geç Allah Teâlâ'nın rızasını kazanır, kendisine sevgi inmiş olur.

İman ve İslam üzere azabına sebeb olabilecek günah işlemekten sakınan, zikretmek, farz, vacib, sünnet, müstehab ibadetleri yapmakla lütuf ve merhametini uman, rızasını kazanmış gerçek kulunu Allah Teâlâ meleklerine: “Bu kulum, Mü'min = Nezdim'de ve halkın nez­dinde güvenilir, Müslim = yasaklarımdan sakınan, emrlerimi yerine getiren, Muhsin = azabımdan korkması, nimetimi sevmesi sebebiyle kuluma iyilik yapandır; onu sevin.” diye tanıtır; artık melekler de o Muhsin kulunu severler.

Muhsin kul, hayatına çeki düzen verip kendini Rabb'inin kontrolü altında bulunduran, azabından korkması, nimetini sevmesi sebebiyle de zikir ve ibadete devam eden, Allah Teâlâ'nın kuluna da iyilik yapan Mü'min ve Müslim kimse demektir.
Allah Teâlâ'yı sevmek, “Allah'ı severim.” diye kupkuru bir iddiadan ibaret değil, bilakis sevgi, iman etmekte ve her hususta Muhammed sal­lallâhu aleyhi ve sellem'e uymak, itaat yani Allah Teâlâ'nın yasaklarını terk etmek, ibadet yani namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, haccetmek, cihad yapmak yani her türlü İslâmî hizmette bulunmak, en geniş manasıyla zikir yapmakla gerçekleşir.

سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدّاً "...Çok esirgeyici Allah kendilerine gönüllerde bir sevgiyi verecektir." ayet-i kerîmesinde ve

اِنَّ اللّٰهَ اِذَا اَحَبَّ عَبْدًا دَعَا جِبْرِيلَ فَقَالَ اِنِّى اُحِبُّ فُلاَنًا فَاَحِبَّهُ قَالَ فَيُحِبُّهُ جِبْرِيلُ ثُمَّ يُنَادِى فِى السَّمَاءِ فَيَقُولُ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ فُلاَنًا فَاَحِبُّوهُ فَيُحِبُّهُ اَهْلُ السَّمَاءِ ثُمَّ يُوضَعُ لَهُ القَبُولُ فِى الاَرْضِ فَذَالِكَ قَوْلُ اللّٰهِ {اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدّاً} وَاِذَا اَبْغَضَ عَبْدًا دَعَا جِبْرِيلَ فَيَقُولُ اِنِّى اُبْغِضُ فُلاَنًا فَاَبْغِضْهُ قَالَ فَيُبْغِضُهُ جِبْرِيلُ ثُمَّ يُنَادِى فِى اَهْلِ السَّمَاءِ اِنَّ اللّٰهَ يُبْغِضُ فُلاَنًا فَاَبْغِضُوهُ قَالَ فَيُبْغِضُونَهُ ثُمَّ تُوضَعُ لَهُ البَغْضَاءُ فِى الاَرْضِ

“Allah bir kulu sevdiği vakit Cibrîl'i çağırır; ona der ki: “Gerçekte Ben filanı seviyorum, sen de onu sev.” Bunun üzerinde Cibril onu sever.
Sonra Cibril gök ehline nidâ eder ve şöyle der: “Gerçekte Allah filanı sever, siz de onu sevin.” Akabinde gök ehli de onu severler.
Sonra yere = kalblere o sevilen kimse için hoşnudluk yani sevgi konur.
İşte bu da: {Gerçekte iman edip salih amel işleyen kimseler için Rahman olan Allah sevgiyi yaratır.} buyrulan ayet-i kerîmenin manasıdır.
Allah bir kuluna ğazab ettiği zamanda da Cibrîl'e nidâ ederek der ki: “Gerçekte Ben filandan buğzederim, sen de ondan buğzet.” Bunun üzerinde Cibril ondan buğzeder.
Sonra semâ ehline nidâ eder, der ki: “Allah filandan buğzeder, siz de ondan buğzedin.” Onlar da ondan buğzederler. Sonra ondan nefret ve sakınmak yere konur.”
hadîs-i şerîfinde buyrulduğu üzere Mü'min ve Müslim, sevinç içerisinde zikir ve ibadette sebat etmekle Rabb'inin rızasını kazandığı andan itibaren Allah Teâlâ sevilmesini yer yüzüne indirir; melekten insana varıncaya kadar her canlının kalbine yerleştirir; artık ister istemez canlılar, sevilmesi yere inen Mü'min Müslim Muhsin kimseyi severler; insî cinnî şeytanlar, heybetine kapılıp ondan korkarlar.
Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaları ve yeryüzünde insanlara varıncaya kadar her can­lının kalbine sevilmelerinin inmesi için Ra­sûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ashabına:

اُعْبُدِ اللّٰهَ وَلاَ تُشْرِكْ بِهِ شَيْئًا وَاعْمَلْ لِلّٰهِ كَاَنَّكَ تَرَاهُ وَاعْدُدْ نَفْسَكَ فِى المَوْتَى وَاذْكُرِ اللّٰهَ عِنْدَ كَلِّ حَجَرٍ وَكُلِّ شَجَرٍ واِذَا عَمِلْتَ سَيِّئَةً فَاعْمَلْ بِجَنْبِهَا حَسَنَةً اَلسِّرَّ بِالسِّرِّ وَالعَلاَنِيَةَ بِالعَلاَنِيَةِ

“Hiçbir şeyi Allah'a ortak etmediğin halde Zât-ı Şerîfi'ni görürcesine O'na ibadet etmeye devam et. Allah Teâlâ'yı görür gibi yahud kendini Allah Teâlâ'nın murâkabesi altında bulundurarak O'nun için çalış: Kendini ölüler içerisinde say; her taş ve her ağacın yanında Allah Teâlâ'yı zikret.
Hasbelbeşer bir kötülük işlediğin zaman, akabinde bir iyiliği yap; gizlisini gizli ile, âşikârını âşikârla telafi et.” diye emretmiştir;

اِنَّ لِلّٰهِ مَلاَئِكَةً سَيَّاحِينَ يَطُوفُونَ فِى الطُّرُقِ يَلْتَمِسُونَ اَهْلَ الذِّكْرِ فَاِذَا وَجَدُوا قَوْمًا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ تَعَالَى تَنَادَوْا هَلُمُّوا اِلَى حَاجَتِكُمْ فَيَحُفُّونَهُمْ بِاَجْنِحَتِهِمْ اِلَى سمَاءِ الدُّنْيَا فاِذَا تَفَرَّقُوا عَرَجُوا اِلَى السَّمَاءِ فَيَسْئَلُهُمْ رَبُّهُمْ وَهُوَ اَعْلَمُ بِهِمْ مِنْ اَيْنَ جِئْتُمْ فَيَقُولُونَ جِئْنَا مِنْ عِنْدِ عِبَادِكَ فِى الاَرْضِ فَيَسْئَلُهُمْ رَبُّهُمْ وَهُوَ اَعْلَمُ بِهِمْ مَا يَقُولُ عِبَادِى فَيَقُولُونَ يُسَبِّحُونَكَ وَيُكَبِّرُونَكَ وَيَحْمَدُونَكَ وَيُهَلِّلُونَكَ وَيُمَجِّدُونَكَ فَيَقُولُ هَلْ رَاَوْنِى فَيَقُولُونَ لاَ وَاللّٰهِ مَا رَاَوْكَ فَيَقُولُ كَيْفَ لَوْ رَاَوْنِى فَيَقُولُونَ لَوْ رَاَوْكَ كَانُوا اَشَدَّ لَكَ عِبَادَةً وَاَشَدَّ لَكَ تَمْجِيدًا وَاَكْثَرَ لَكَ تَسْبِيحًا فَيَقُولُ فَمَا يَسْئَلُونِى فَيَقُولُونَ يَسْئَلُونَكَ الجَنَّةَ فَيَقُولُ هَلْ رَاَوْهَا فَيَقُولُونَ لاَ يَا رَبُّ فَيَقُولُ كَيْفَ لَوْ رَاَوْهَا فَيَقُولُونَ لَوْ اَنَّهُمْ رَاَوْهَا كَانُوا اَشَدَّ عَلَيْهَا حِرْصًا وَاَشَدَّ لَهَا طَلَبًا وَاَعْظَمَ فِيهَا رَغْبَةً قَالَ فَمِمَّ يَتَعَوَّذُونَ فَيَقُولُونَ يَتَعَوَّذُونَ مِنَ النَّارِ فَيَقُولُ هَلْ رَاَوْهَا فَيَقُولُونَ لاَ وَللّٰهِ يَا رَبُّ مَا رَاَوْهَا فَيَقُولُ كَيْفَ لَوْ رَاَوْهَا فَيَقولُونَ لَوْ رَاَوْهَا كَانُوا اَشَدَّ مِنْهَا فِرَارًا وَاَشَدَّ لَهَا مَخَافَةً قَالُوا وَيَسْتَغْفِرُونَكَ فَيَقُولُ اُشْهِدُكُمْ اَنِّى قَدْ غَفَرْتُ لَهُمْ وَاَعْطَيْتُهُمْ مَا سَئَلُوا وَاَجَرْتُهُمْ مِمَّا اسْتَجَارُوا فَيَقُولُ مَلَكٌ مِنْهُمْ فِيهِمْ فُلاَنٌ عَبْدٌ خَطَّاءٌ لَيْسَ مِنْهُمْ اِنَّمَا مَرَّ لِحَاجَةٍ فَجَلَسَ فَيَقُولُ وَلَهُ قَدْ غَفَرْتُ هُمُ القَوْمُ لاَ يَشْقَى بِهِمْ جَلِيسُهُمْ

“Şübhesiz Allah Teâlâ'nın birtakım seyyar melekleri vardır. Bunlar, yolda dolaşıp zikir ehlini ararlar.
Allah Teâlâ'yı zikreden bir cemaati buldukları zaman: "Hadi ihtiyaclarınızı almaya hazır olun." diye çağrışırlar.
Akabinde dünya semâsına kadar toplanırlar, kanatlarıyla onları kuşatırlar.
Nihayet cemaat birbirinden ayrıldıkları zaman, semâya yükselirler. Rabb'leri onlardan daha bilgin olduğu halde sorar:
       “Nerden geliyorsunuz?” Onlar da:
       “Yerde hakîkî kulların nezdinden geliyoruz.” derler. Rabb'leri onlardan daha bilgin olduğu halde sorar:

        “Kullarım ne diyorlardı?” Onlar da:
   "Subhânallah” demekle Sen'i tesbih ediyorlardı. “Allâhu Ekber” demekle Sen'in yüceltiyorlardı. “Elhamdu Lillâh” demekle Sen'i övüyorlardı. "Lâ ilâhe illallah" demekle Sen'i birliyorlardı. “Yâ zel'Celâli vel'İkrâm” demekle ululuk ve azametini itiraf ediyorlardı.” Rabb Teâlâ:
              “Onlar Ben'i görmüşler mi?” Melekler:

              “Hayır, Vallâhi Sen'i görmemişler.” Rabb Teâlâ:
              “Şayed Ben'i görselerdi nasıl?” Melekler:

              “Eğer onlar Sen'i görselerdi, daha fazla ibadet edecek, daha fazla hamd-u senâda bulunup Sen'i yüceltip tenzih edeceklerdi.” Rabb Teâlâ:
              “Onlar Ben'den ne diliyorlar?” Melekler:

              “Cennetini.” Rabb Teâlâ:
              “Onu görmüşler mi?” Melekler:

              “Hayır ya Rabb.” Rabb Teâlâ:
              “Ya görselerdi nasıl?” Melekler:
         “Eğer onu görselerdi, üzerine daha fazla hırslanıp şiddetle taleb edecekler ve daha büyük isteklerde bulunacaklardı.” Rabb Teâlâ:
      “O halde neyden kaçıp Ban'a sığınırlar?” Melekler:

              “Ateşten kaçıp San'a sığınırlar.” Rabb Teâlâ:
              “Onu görmüşler mi?” Melekler:

        “Hayır Vallâhi ya Rabb! Görmemişler.” Rabb Teâlâ:
         “Acaba onu görselerdi, nasıl?” Melekler:

       “Eğer görselerdi, daha fazla ondan kaçar ve daha fazla korkarlardı. Bir de Estağfirullah demekle günahlarının bağışlanmasını dilerlerdi.” Rabb Teâlâ:

  “Siz şahid olunuz. Ben onları mağfiret ettim. İstediklerini verdim ve onları mükafatlandırdım.” buyurur. Onlardan bir melek:

     “İçlerinde filan var idi; o çok hata işleyen bir kuldur ve onlardan değildir; ancak ihtiyacından dolayı uğramıştı da artık oturdu.” der. Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurur ki:
   “Onu da mağfiret ettim. Onlar öyle bir kavim = cemaattir ki, onlarla düşüp kalkan aslâ şakî olmaz.” buyurmasıyla da en geniş manasıyla zikre ve zikir halkalarında bulunmaya teşvik etmiştir.

   Peygamber'in emr-i şerîfine uyarak sadakatle ashab,
a-Şirk ve müşriki bıraktılar: Kendilerini Rabb'lerinin kontrolü altında bulundurdular: Görürcesine Allah Teâlâ'ya ibadet etmeleri,

b-Dînî olsun, dünyevî olsun, alışveriş ve günlük çalışmalarında dahi kendilerini Allah Teâlâ'nın kontrolü altında bulundurup ihlas üzere çalışmaları,

c-Her türlü Dînî felaketten kurtulmaları için ölümü, cennet ve cehennemi göz önüne getirmeleri, yani ölüm rabıtasını yapmaları,

d-Allah Teâlâ'nın zikrine kendilerini alıştırmaları, mesela nerde, ne zaman hangi zikir ve duayı yapmaları,
 e-Hasbelbeşer günah işlemeleri takdirinde kendilerini hesaba çekerek tevbe istiğfarla Rabb'lerine yönelmeleri olmak üzere altı hasleti birbirlerinden öğrenip öğretirlerdi;

وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِى الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِىَ الصَّالِحُونَ

“Andolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışız ki, yer küresine = hâkimiyetine ancak salih kullarım mirasçı olurlar.”

ayet-i kerîmesinin hükmüne inandılar; bu sayeden kısa bir zamanda dünyaya hâkim oldular. Bununla beraber hiçbir zaman dünyanın, servet, riyâset ve şöhretine değer vermediler. Bu sebeble Allah Teâlâ, sevilmelerini kalblere yerleştirdi; Hicrî 1428 sene geçti; daha da ashab ve ardınca gidenler dün yaşamışçasına sevilmektedir. İnanmazsan İstanbul'da Eyyüb'e git; ashabın bulunduğu yerlere, Siirt'in yakınında Veysel Karanî'ye, Ankara'da Hacı Bayram Velî, Konya'da Mevlânâ Celâlleddîn gibilere bak. Radı­yallâhu Teâlâ anhum.
 
Ali radıyallâhu Teâlâ anhu, Peygamber'den

سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمٰنُ وُدّاً "...Çok esirgeyici Allah kendilerine gönüllerde bir sevgiyi verecektir." buyrulan ayetin manasını sorunca Rasulullah sal­lallâhu aleyhi ve sellem, ayet-i kerîmeyi:
            اَلمَحَبَّةُ فِى قُلُوبِ المُؤْمِنِينَ وَالمَلاَئِكَةِ المُقَرَّبِينَ يَا عَلِىُّ اِنَّ
اللّٰهَ اَعْطَى المُؤْمِنَ ثَلاَثًا اَلمِنَّةُ وَالمَحَبَّةُ وَالحَلاَوَةُ وَالمَهَابَةُ فِى صُدُورِ الصَّالِحِينَ


“Beğenip sevdiği kulu için Mü'­minlerin ve Allah'a yakın meleklerin kalblerinde sevgisini yaratır.
Ey Ali, hiç şübhesiz Allah sev­mesi sebebiyle beğendiği Mü'min için salihlerin kalblerinde üç hasleti yaratır: Nimeti ğayrine ulaştırmak ğayretini, sevgi ve tatlılığı, kendisinden korkulmak heybetini.”
buyurmasıyla tefsir etmiştir.

Şübhesiz Allah Subhânehu ve Teâlâ'nın, hem Zâtı'nın kemâlâtı ve güzelliği sebebiyle, hem de îcad ve imdad hatlarından Rubûbiye­ti'nin cömerdliği sebebiyle sıfır yokluktan var ettiği mahlukuna türlü nimetleri ulaştırdığı için irâdî olarak sevilmesi, hem şer'an hem de aklen farz kılınmıştır. Bundan böyle hadîs-i şe­rîfte:

اَحِبُّوا اللّٰهَ لِمَا يَغْذُوكُمْ بِهِ مِنْ نِعَمِهِ وَاَحِبُّونِى لِحُبِّ اللّٰهِ وَاَحِبُّوا اَهْلَ بَيْتِى لِحُبِّى

“Nimetleriyle sizi rızklan­dırdığı için Allah'ı sevin; Allah Beni sevdiği için Beni sevin; Ben de ehli beytimi sevdiğim için ehli beytimi sevin.” diye emredilmiştir.
Yani şa­yed Zâtı'nın kemâl ve Cemâli'nden = güzelliğinden dolayı Allah Teâlâ'yı sevmezseniz, bârî hiç değilse cömerdliğiyle sizi sıfır yokluktan var ettiği ve kudretinin imdadıyla yeşerttiği, yaşattığı, rızklandırdığı için O'nu sevin, Kendisi'ne ibadet edin.

 Bu itibarla İmam Ebû Ali el-Cûzecânî ra­himehullâhu Teâlâ: “Tevhîdin akdi: Havf = Allah'tan korkmak, reca' = rahmetini ummak, muhabbet = sevgi olmak üzere üç şeyle gerçekleşir.

Havf = korkunun çoğalması, günahın çoğalması sebebiyle mürid kulunun, وَعِيد vaîde yani azabla tehdîde, görür gibi inanmasından kaynaklanmaktadır.

Reca' = rahmetini ummanın çoğalması, mü­rid kulunun, kazanmış olduğu hayrın karşılığının verilmesi va'dine = sözüne, almış gibi inan­masından kaynaklanmaktadır.

Muhabbet = sevginin çoğalması, mürid kulunun, minneti görmek için çok zikir yapmasından kaynaklanmaktadır.

Bu sebeble Allah Teâlâ'nın azabından korkan, rahmetini uman mürid kul, her şeyden kaçıp Allah Teâlâ'ya sığınmakta aslâ yorgunluk hissetmez.

Allah'ın rahmetini uman mürid kul, Rabb'inin duasına icâbet etmesine inanması sebebiyle aslâ dua ve dilekten bıkkınlık duymaz.
Allah'ı seven mürid kul, sevgilisinin ismini söylemekten vazgeçmez.

Korkunun parlak bir ateşi vardır. Recânın nûrânî bir ışığı vardır. Sevgi ise nurları bir araya getiren nurdur.” demektedir.

            وَلاَ تَكَونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَاهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُوٜلٰٗئِكَ
هُمُ الفَاسِقُونَ


“Kendileri Allah'ı unuttukları, bu se­beble Allah'ın da nefs ve ruhlarını kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâ­sıkların = kâfirlerin ta kendileridir.”
ayetinin hükmünce zamanına yetiştiği son Peygamber Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e ve kendisine inen Kur'ân'ın hükümlerine teslim olmayan, İlâhî sevgiyi bulamaz, vicdanı uyanmaz; vicdanı uyanmayınca Rabb'inin rızasını kazanamaz, bilakis Rabb'inin ğazabına uğrar, kendi nefsini sever, nefsinin heva ve hevesinin peşine düşer, koşar; binnetice kayadan kayaya çarpılır; bu sebeble firar eden kafir ve müşrik kul, kaytaran fâsık ve âsî kul oluverir; derken ruhunun derin merkezinde gizlenen Ma'­bûd'unun sevgisi, suyun içindeki çakmak taşının ateşi gibi gizli kalır.

 Kişi huzursuzluktan içkiye, kumara, şuna, buna sığınır; neyi kimi severse ona tapar; kimden neyden korkarsa ona tapar.

Anneyi, babayı, evladı, altını, gümüşü yani parayı, çevreyi, malı, mülkü tabiatiyle sev­mesine rağmen, Mü'min ve Müslüman zat,

وَالَّذِينَ اٰمَنُوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِ “...İman eden zevatlar, Allah'ı daha fazla severler...”
buyrulan ayetin şehadeti üzere iradesiyle Allah Teâlâ'yı, Peygamberi'ni ve dînini daha fazla sever ve is­lamı, ihsanı, zikri, ibadeti ve dua etmesi nis­betinde Allah Teâlâ'yı sevdiği için de O'nun Habîbi'ni, Habîbi'ni sevdiği için de ashabını, Ehli Beytini sever, onların ardınca gidenlere uyar; sonra Allah için her Müslümanı sever;

ثَلاَثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ بِهِنَّ حَلاَوَةَ الاِيمَانِ مَنْ كَانَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ اَحَبَّ اِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَمَنْ اَحَبَّ عَبْدًا لاَ يُحِبُّهُ اِلاَّ لِلّٰهِ ومَنْ يَكْرَهُ اَنْ يَعُودَ فِى الكُفْرِ بَعْدَ اَنْ اَنْقَذَهُ اللّٰهُ مِنْهُ كَمَا يَكْرَهُ اَنْ يُلْقَى فِى النَّارِ

“Kendisinde üç haslet bulunan kimse, onlar sebebiyle imanın tatlılığını bulur:
(1)Allah ve O'nun Rasûlü, kendisine başkalarından daha sevgili olan kimsedir.
 (2)Bir kulu severse Allah için olmaktan başkasıyla onu sevmeyen kimsedir.
 (3)Allah onu küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmekten –ateşe atılmasından tiksindiği gibi– tiksinen kimsedir.”
diye hadîs-i şerîf­te buyrulduğu üzere imanının ve Ma'bûd'unun sevgisini vicdanıyla müşâhede eder = görür gi­bi hisseder.

            مَنْ اَعْطَى لِلّٰهِ وَمَنَعَ لِلّٰهِ وَاَحَبَّ لِلّٰهِ وَاَبْغَضَ لِلّٰهِ وَاَنْكَحَ لِلّٰهِ
فَقَدِ اسْتَكْمَلَ الاِيمَانَ
Dünya namına neseb, bedel, ivaz, ğaraz = amaç olmaksızın sadece “Kim verdiği zaman Allah'ın rızasını kazanmak için verirse, vermediği zaman Allah'ın rızasını kazanmak için vermezse, sevdiği zaman Allah'ı sevdiği için severse, kızdığı zaman Allah'ın rızasını kazanmak için kızarsa, evlendiği zaman Allah helal kıldığı ve evlad edinmek için evlenirse, şübhesiz imanını kemâle erdirmiştir demektir.” ve:اَفْضَلُ الاَعْمَالِ اَلحُبُّ فِى اللّٰهِ وَالبُغْضُ فِى اللّٰهِ Kalbî olarak Amellerin en üstünü, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.” diye hadîs-i şerîflerde buyruldu­ğu üzere Allah için seven, Allah için buğzeden, şek, şübhe, isyan ve fısktan kurtulur; Rabb'inin rızasını kazanır, ibadetinin semeresini bulur.