Akidet-ul-İMAN-5
Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
Denilse ki: İman rükünleri kaçtır?
De ki: İman rükünleri altıdır. Hepsi «Âmentu Billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulihi vel'yevm-il-âhiri ve bil'kaderi, hayrihi ve şerrihi minallâhi Teâlâ.» “Allah'a, meleklerine, kitablarına, rasullerine, ahiret gününe ve özellikle hayr ve şerrin Allah Teâlâ'dan tayin edilmiş, belirlenmiş hüküm olduğuna inandım, inanmışım.”
Denilse ki: «Âmentü Billâhi» ne demek?
De ki: “Allah Teâlâ tam bir hayatla hayat sahibi, ezelden ebede kadar her şeyi bilendir, her şeye kâdirdir = gücü yetendir, her avazı işitir, zerreye varıncaya kadar her cüsseyi görür, konuşucudur, dileyicidir, yaratıcıdır.” bilip demekle inandım.
Denilse ki: «Âmentü Billâhi» deyişinde nasıl inanıyorsun?
De ki: “Bu sekiz sıfatın Zâtı'na nisbeti gereken müsbet sıfatları olduğu, aynı zamanda sıfatların Zât'ın Kendisi = sıfat Sahibi'nin Kendisi olmadığı ve Kendisi'nden bu sıfatların ayrılmayacağı, onlarla vasıflanan Zât gibi ezelî olduğu, daimi olduğu, ebedî olduğu, ayrıca bu sekiz sıfatla vasıflanan mukaddes Rabb'imin Esmâi-l-Hüsnâsı'yla isimlendirildiği” sûretinde inanırım.
Aynı zamanda Zâtı'na nisbeti câiz olmamakla Zât-ı Şerîfi'nin, doğrusu Esmâi-l-Hüsnâ Sahibi'nin, âcizlikten, isim ve sıfatlarının değişmesinden, Zat ve sıfatının sûret ve şekilden pak, beri ve temiz olduğuna inanırım. İşte inancımın şekli budur. Ve nitekim Allah Tek Bir'dir, ortağı yoktur, doğmamış, doğurmamış, cinsi, nev'i, zıddı yoktur, «nasıl» kelimesine de cevab olmaz.
Böylece yukarıdaki şartlarla Allah'a imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, وَمَلاَئِكَتِهِ “ve meleklerine iman etmendir.” buyurdu.
مَلاَئِكَة «Melâike» elçiler manasından olup «melek»in çoğuludur. Bu manadan nakil olunarak, cismânî bulanıklıktan berî, ulvî ve nûrânî ruhlara isim olundu. Binaenaleyh melekler, nûrânî cisimler olup, Allah ile nebîleri ve saflaşma makamına ulaşan asfiyâ kulları arasında vasıtadırlar. Aynı zamanda âlemin var olma, yok olma hâdiselerinde de vasıta olurlar.
Melekler, nûrânî latîf cisimler olup Allah'ın takdîriyle = hükm-ü kazasıyla muhtelif şekillerine girmelerine muktedir, bir anda Arş'a kadar yükselip inişe kabiliyetli, zorluğa katlanmaksızın tabiatleriyle tesbih edicilerdir, diye de tarif edildi.
Meleklerden isimleri bildirilen Cebrâîl, Mîkâîl, Azrâîl ve İsrâfîl'e bizzarûre tafsîlen inanmak, sair meleklerin varlığına da icmâlen inanmak, meleklerin mükerrem kullar olduğuna, gece ve gündüz tesbih ettiklerine, Allah Azze ve Celle'nin kendilerine verdiği emrlerine isyan etmediklerine ve gevşeklik göstermeksizin derhal emrleri yerine getirdiklerine inanmak gerekir.
Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
Denilse ki: Meleklere nasıl iman ediyorsun?
De ki: Yemezler, içmezler, uyumazlar, aralarında erkeklik, dişilik yoktur, latîf = öz, nurdan cisimlerdir, Allah Teâlâ'nın emrine karşı gelmezler, emrolundukları şeyi derhal yaparlar.
Böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, وَكُتُبِهِ “ve kitablarının hükmüne iman etmendir.” buyurdu.
Kitablara iman'ın manası, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'ı kesin olarak Allah Teâlâ'nın melekler vasıtasıyla rasullerine gönderdiğine, bunlar içindeki hükümlerin hak ve gerçek olduğuna tafsîlen, sair enbiyâlara gönderilen kitablara ise icmâlen inanılmasının farz olması demektir.
Ayrıca sûret-i kat'iyyede Kur'ân-ı Hakîm'in, i'tikad ve temel ahlak müstesna olmak üzere önceki kitabların bazı hükümlerini neshettiğine hüküm etmek de farzdır. Artık Kur'ân'ın hükmü kıyamete kadar bâkîdir.
Hâsılı, kitaba inanmanın manası, hükümlerinin yani emr ve yasaklarının doğruluğunu kabullenmektir. Nitekim Tirmizî, Taberânî, Beyhakî'nin tahric ettikleri, Ebû Hureyre radıyallahu anhu'dan gelen hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: مَا اٰمَنَ بِالْقُرْاٰنِ مَنِ اسْتَحَلَّ مَحَارِمَهُ “Kur'ân'a iman etmemiştir, Onun haram kıldığı şeyleri helal sayan kimse.” Hadîsin sened cihetinde söz edilmiş ise de, ulemânın ittifakıyla Kur'ân'ın haram kıldığı bir şeyi helal sayan, yahud helal saydığı bir şeyi haram sayan kafir olur. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:
بُو ظَاهِرْدَنْ اُولْ اَهْلِ بَاطِنِكْ دَعْـوَاسِى مَعْـنـَــايَه
عُدُولِ هَمْ نُصُوصِ رَدُّ و اِسْـتِـخْفَـافِ شَرْعُ اللّٰهْ
« Bu zâhirden ol ehli bâtının da'vâsı ma'nâya
Udûli hem nusûs-i redd-u istihfâf-i Şer'ullah» demekle bu meseleyi müstakil olarak zikredecektir.
Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
Denilse ki: Allah Teâlâ'nın kitablarına nasıl inanıyorsun?
De ki: Allah Teâlâ ezelî kelâmını, bir kısmı kullarına yararlı işleri yapmayı emredici, diğer bir kısmı kullarını dünya ve ahirette kendilerine zarar verebilecek her türlü tehlikeden sakındırıcı olmaklığıyla Cebrâîl vasıtasıyla vahiy sûretiyle yeryüzünde olan enbiyâ-i izâmın kalbleri üzerine indirdiği, Cibrîl'i yanlarına gönderip ayna kılarak ezelî kelâmını aksettirdiği sûretiyle inanıyorum.
Ashabdan sonra böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine, kitablarına imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: وَرُسُلِهِ “ve rasullere ve getirdikleri hükümlerine iman etmendir.” buyurdu.
Ve nitekim rasûllere iman etme'nin manası da, hem özellikleriyle kendilerinin, bir de onların Allah Teâlâ tarafından getirdikleri hükümlerinin kabul edilmesi ve doğruluğuna hüküm edilmesidir.
Cumhur, nebî ile rasul arasında fark olduğuna hüküm ederek dediler ki: “Nebî, tebliğle emredilmediği halde Allah Azze ve Celle'nin vahiyle gönderdiği insandır. Şayed tebliğle emredildiyse aynı zamanda rasuldür. Şu halde her rasul, aynı zamanda nebîdir, amma her nebî rasul değildir. Maksud, bizzat rasullere imandır. Çünkü nebîlerin varlığı, rasullerin tebliğiyle bilinmiştir. Ve nitekim tebliğ etmeyen nebî, bilinmemiştir.”
Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
Denilse ki: Allah'ın rasullerine = şeriatini bildiren elçilerine nasıl inanıyorsun?
De ki: Allah'ın şeriatini = dînini = kanun ve nizamını bildiren rasullerin, meleklerden daha üstün oldukları, yeryüzünde Allah Teâlâ'nın halîfeleri oldukları, her türlü ayıb, kusur ve günahlardan pak olmaları, Rabb'lerinin risâlet mertebesinin gerektirdiği hususlarını kusursuz tebliğ ettikleri, hiçbir şey gizlemedikleri sûretiyle inanırım. Enbiyânın ilki Âdem aleyhisselam, sonuncu Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'dir. Bize adedleri malum değildir; hepsine inandım.
Böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine, kitablarına, rasullerinin ve getirdikleri hükümlerinin hak olduğuna imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: وَاليَوْمِ الاٰخِرِ “ve ahiret gününe iman etmendir.” buyurdu.
Ahiret günü'nden murad, dünyanın son günü yani ölümle başlanan gündür.
Yevm-il-âhir, son gün, ölümden itibaren hududsuz ebedî gün demek olur. Bu takdirde manası: “Kabir azabına, lezzetine, cismânî ve rûhânî haşir, hesab, cennet, cehennem ve ahiret ahvaline inanmandır.” demek olur. Yani: “Kur'an ve hadiste bildirilen ölümden sonra başlayacak hayatta vukua gelebilecek olaylara, mesela kabir sorusuna, nimetine, azabına ve kabirden kalkıp haşre gönderilmeye, hesaba, teraziye, cennet ve cehennemin nimet ve azablarına inanmandır.” diye inanmak farz olur.
Hadîs-i şerîfte: وَتُؤْمِنَ بِالقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ
“Bir de, kadere = Allah'ın hüküm ve kazasının hayrına ve şerrine inanmandır.” buyruldu. Yani Allah Teâlâ'nın mahluku yaratmadan önce hayrı ve şerri takdir ettiğine, kainatın hepsinin, hatta erkek olmak, dişi olmak gibi hükümlerin cümlesinin, hüküm ve kazasına bağlı kaldığına inanmak farzdır. Nitekim: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ
“Habîbim De ki: Kulun aleyhinde ve lehinde olan tüm olaylar, Allah'ın nezdindendir...”[
[3]] buyurdu. Ve Allah Teâlâ hepsini ilim ve iradesiyle yapmıştır ve yapmaktadır. Nitekim diğer bir ayet-i kerîmede de şöyle buyurdu:فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ
“Binaenaleyh Allah, kimin hidayetini dilerse, İslamın kabulü için göğsünü genişletir. Kimi de saptırmasını dilerse, onun da göğsünü son derece daraltır; sanki o, göğe doğru çıkıyormuş...”[
[4]] Binaenaleyh hayr olsun şer olsun, tatlı olsun acı olsun, küfür olsun iman olsun, hatta taat olsun isyan olsun, hepsi Allah'ın iradesi, hüküm ve takdiriyle meydana gelir. Şu kadar ki küfür ve ma'siyete rızası yoktur. Yani rıza ile iradenin manası bir değildir. Nitekim: وَلاَ يَرْضَى لِعِبَادِهِ الكُفْرَ
“...Ve kulu için küfre razı olmaz...”[
[5]]
buyurdu. Zaten kadere iman bahsi geçmişti.
Ve binnetice Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ tarafından neyi getirip bildirdiyse,
قَمُوسِينْ دِيلْ اِيلَه تَقْرِيرُ و تَصْدِيقْ اَيْلَدِمْ بِالْقَلبْ
بِـــرِيـنَه يُوقْــدُرْ اِنْكـَـــارِمْ اِينَانْـدِمْ شُـبْـهَه سِزْ وَاللّٰهْ
Kamûsun dil ile takrîr-u tasdîk eyledim bilkalb
Birine yokdur inkârım inandım şübhesiz Vallah
Cümlesini ikrar ettim; kalbimle tasdik ettim. Hiçbirine inkarım yoktur. Ve hepsinin gerçekten Allah'tan geldiğine inandım, boynuma astım.
Buraya kadar anlatılan akîde ittifâkîdir. Daha evvelden temel olan meselelerin hilaf ve ihtilafa mahal olamayacağını açıklamıştık. Ve ihtilafa mahal olamayacak meseleler, burada bitmiş olur. Ancak ehemmiyetli meseleler olduğu için “Akîdet-ul-Îman”dan alıntıyla temel olan i'tikâdî meseleleri tamamlıyoruz.