Allah Teâlâ'nın Vücud Sıfatı
Vücud; yani var olmak. Allah Teâlâ'nın varlığı, Kendi Zâtı'dır. Yani Zâtı'nın var olmasının, ğayra ihtiyacı yoktur, tam hayat sahibidir. Bu manayla, bu sıfata, nefsî sıfat denildi.
(9) Hudâ vardır velî varlığına yok evvel-u âhir
Yine Ol varlığıdır Kendi'den ğayri değil Vallah
Allah Teâlâ vardır, lâkin varlığına başlangıç ve sonu yoktur.
O'nun varlığı, Kendi'nden başkası değildir.
“Allah'ın varlığı, Kendisi'nden başkası değildir.” ne demektir?
Mesela, insan vardır. Var olması, ana baba gibi sebeblere = illetlere bağlıdır. Var olduktan sonra yemek, içmek, giymek, barınmak gibi şeylere bağlıdır. Bağlılığıyla var, bağlılığın kesilmesiyle hiç olur.
Allah Teâlâ, Zâtı'nda tam hayat sahibi olduğundan ve Kendisi, Kendisi'ne kâfi geldiği için hiçbir sebebe, illete muhtac değildir. Bilakis O, sebebleri, illetleri yaratır, yürütür, evirir, çevirir. Yani:
(10) Bu âlem yoğiken ol var idi ferd-u tek-u tenha
Değildir kimseye muhtac ve hep muhtac ğayrullah
Bu âlem yok iken dahi, O hakîkî mevcud var idi. Tek ve yalnız idi. Şimdi de aynı Varlığı'ndadır. Ve böylece devam edecektir. Artık, Allah Teâlâ ğayrine muhtac değildir. Dâimâ ğayri O'na muhtacdır.
Hakîkî mevcud, Hâlık Teâlâ'dır yani Yaratıcı'dır. Yaratılan yok iken, O'nun ğayri de yoktu. Yarattığı şeyin adı, âlem ve mahluktur.
Her mahluk O'na muhtacdır; çünkü ezelî değildir. Ezelî olmayan, sonradan var olandır, ki buna hâdis denilir. Yani vücudu = varlığı izâfîdir. İzâfî mevcud ise, hâdis ve mahluktur.
Hakîkî mevcud, ezelî ve kadîm...
Bu iki mevcud, hiçbir zaman birbirine karışmaz. Çünkü izâfî varlık, yani «Sâni'in masnûu» kaziyesinde masnû' yani işlenen, ancak Sâni'e nisbet etmekle düşünülür, müstakil olarak düşünülemez; saat, saatçisiz düşünülemediği gibi; terzilik, terzisiz; tartılan, terazisiz düşünülemediği gibi.
Pek malumdur ki, sanatsız san'atçı, saatsiz saatçi müstakil olarak düşünülebilir.
İşte böylece yaratılan, Yaratıcı'sız düşünülemez; amma Yaratan Kendisi müstakil olarak düşünülür. Özinci sayfa...
..................................................................................
Allah Teala’nın Vücud sıfatı, yani var olması; O’nun nefsi ve zati sıfatıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri burada, Eş’ari mezhebi üzerindeki tarifi tercih etmiştir. Zira Eş’ari’ye göre Vücud, Zatı’nın Kendisi’dir. Umum itibarıyla vücud, sahibinin aynı mı gayrı mı?. Vacib-ul-Vucüd ile mümkün-ül-vücud’un “vücudları” yani varlıkları, farklı mı değil mi? Diye korkunç ihtilaf olmuştur.
Şerh-ul- Mevakıf, Şerh-ul-Akaid ve Cemal ale-l-Celal’in haşiyelerinden anlaşıldığına göre:
1-İmam Eş’ari dedi ki: Her mevcudun varlığı, kendisine hüve = “o” ile işaret edilen zatın kendisidir. En güzel ifade “varlığı kendisidir; kendisinden gayri değil” dir. Bu takdir de “vücud” lafzı, Vacib-ul-Vucüd ile mümkün-ül-vücud arasında, müşterek bir lafızdır. Bu iştirak, mümkün ile Vacib’in, zat veyahut sıfat olarak birleşmelerini gerektirmez… Aynı zamanda bu tabir, Hanefilerden mukakkiklerin tarifidir.
Nitekim Mercani, Sadr-uş-Şeria’dan naklen diyor ki: Özellikle Vacib-ul-Vücud hakkında "vücud” sıfatı, mevcud olan zat üzerine ziyade edilmiş bir sıfat değildir. Çünkü madum’un zatı yoktur ki, vücudu olsun.
Bu mevcud olan hakikat = zat = hüve ile işaret olunan şeyin vücudu, eğer gayrın müdahalesi olmaksızın ise, O’na Vacib-ul-Vucüd denilir. Şayet zatı yoksa, ona mümteniu-l-vücud; eğer varlığı, yokluğu, gayrın müdahalesiyle oluyorsa, ona mümkün-ül-vücud denilir.
2-Fahri Razi’nin dediği gibi, cumhur-u mütekellime göre, vücud, mutlaka zat üzerine ziyade edilen bir sıfattır; zatın kendisi değildir; ister o mevcud, Vacib olsun ve ister mümkün-ül-vücud olsun…
Mercani diyor ki: Razi’nin, bu sözü cumhur-u ehli kelama dayandırması doğru değildir; bu kendisinin görüşüdür. Çünkü bu hususta Maturidilerle Eş’arilerin hiçbir ihtilafı söz konusu değildir. Cumhur-u ehli kelam, bundan beridir. Özellikle Vacib Teala hakkında, böyle söylemek caiz olmaz. Çünkü “vücud, mutlaka zat üzerine ziyade edilen sıfattır” demekten, vücudun arizi bir sıfat olduğu anlaşılıyor. Mümküne nazaran bu caiz ise de, Vacib’e nazaran caiz değildir. Allah Teala, avarızdan münezzehtir.
3-Hükemaya göre vücud sıfatı, Vacib’e nazaran, Zat’ın Kendisi; mümkün-ül-vücuda nazaran, zat üzerine ziyade edilmiş bir sıfattır.
4-Muhakkikin-i sofiye’ye nazaran, vücud, Vacib-ul-Vucüd’un nefsi sıfatıdır. Aynıdır veya gayrıdır, denilmez.
İbnu Subki, Cem’u-l-Cevami’ adlı eserin şerhinde, birinci sözü tercih ederek diyor ki: Vacib olsun, mümkün olsun, zatın vücud sıfatı, yani varlığı, kendisinden başkası değildir. Ve essah da budur.
Mevlana Cami’, ed-Dürett-ul-Fahire adlı eserde şöyle demiştir: “Vücud, mevcudatın aralarında müşterek bir sıfattır; kendisine izafe edilmiş zatın aynısıdır” sözü, zihnin haricinde, zat ile vücudun başka başka şeyler olmadığının ifadesidir. Çünkü zata ve onun vücuduna bir anda, “o” denildiği zaman, hakikati malım olur. Zihinde ve haricde aynı zatın vücudlarının bir olup olmaması, ayrı bir konudur.
Bir vücudun bölünmesi iki yerde bulunması, muhal olduğuna göre, “birdir” denilebilir. Veyahud zihni vücud, nazar-ı itibara alınmamıştır. Ancak ittifakla, bir zat ve vücudun bölünmesi muhaldır.
Kendisine “vücudun” sıfat olabileceği zat veyahut mevcud, dört kısımdır:
1-Başlangıcı ve sonu olmayan, ezeli ve ebedi mevcuddur. Buna Vacib-ul-Vucüd denilir. Ehad ve Vahid sıfatıyla vasıflanır.
2-Başlangıcı ve sonu olan mevcudlardır. Masivadan süratle var olup yok olan dünya alemidir.
3-Yine masivadan başlangıcı olup sonu olmayan, cennet cehennem ehilleri ve ahiret alemidir.
4-Başlangıçsız ve sonu olan, adem yani yokluktur. Mesela mevcudatın var olmasıyla sonu gelmiştir.
Vücuda izafe olunan vacibin manası; bir tek zatın, kendi varlığına tam bir illet olmasıdır. Doğrusu, kendisinin var olmasında, gayrın müdahalesi olmayandır. Cumhur-u ehli kelam, vacibi böyle tarif ettiler.
SAdr-ul-Şeria, Ta’dil-ul-Ulum adlı eserinde diyor ki: Vücud- bizzat; hakikatı kendi nefsinde var olup, yokluğa kabiliyetli olmayandır. Vacibun lizatihi ise; gayrın müdahalesi olmaksızın, bir zatın, vücud sıfatıyla var olmasıdır; ki adedi kabul etmez, ezeli ve ebedidir. Kelamcıların “Bir tek zatın, kendi varlığına tam bir illet olmasıdır.” Demelerinin manası budur.
Böyle olunca mümkün-ül-vücud ile Vacib-ul-Vucüd’un birleşmeleri, zaten ve sıfaten muhaldir. Kelamcılardan ehli tahkik, bir takım felsefeciler ve muhakkikin-i sofiye, ittifakla şöyle dediler:
Vacib, vücudunu gayrından kazanmayan, yine kendi varlığı ile vasıflanan Zat’tır, ki Vücudu, Kendisi’ne has bir vücuddur… Başlangıçta ilk kez akıl, müşterek olan vücud vasfından zihnen çıkardığı mana ile, zevatı yani mevcudatı, hiç olmayan şeylerden ayırır; sonra onu mümkünlere tahsis eder. Zeyd’in varlığına;Amr’ın, atın; taşın; insanın varlığına hükmeder. Sonra “şunun varlığına şunun sebeb, bunun varlığına bunun sebeb” olduğunu bulur. Tabii ki, ferden ve cem’an bütün mümkünatın her birinin, “cins, nevi’ ve fasıl olarak- birbirine sebeb olduğunu bulur.
Burada üç ihtimal olur.
1-“Bunlardan her biri diğerini var etmiş” denilse, son iki varlık, mesela hareket ve sükun, hem mesela madde ve sıfatı, kuş ve uçuş, birbirini yaratırlarsa, devr-i teselsül gerekir. Devr-i teselsül, muhaldir.
2-Bunca kainat, bu intizamla kendiliğinden meydana gelmiş… İlmi delillerle, bu da muhaldir.
3-Kesin kanaata varır: Bunca varlıkları var eden, bir hakiki vücud vardır. O mevcud, gayra izafe olunmayan, hak ve gerçek bir Zat’tır. Aynı zamanda O Kendisi, varlığına tam bir illettir. Gayrına muhtaç değildir; gayrı O’a muhtacdır.
İşte kelamcılar burada, iki vücudu tesbit ettiler: Vücudu gayrına izafe olunmayan Vacib-ul-Vucüd; vücudunu başkasından kazanan, mümkün-ül-vücud.. Mümkün-ül-vücud, hadis ve sonradan var olmuştur. Şu sıfatla olduğu gibi, başka bir sıfatta da bulunması mümkündür. Oluşlarında fail değil; bilakis oluşlarında fail, Vacib-ul-Vucüd’dur. Ehli Sünnet'in Nazarı s.146