İhtilafın Rahmet Olduğuna İnanıyoruz 94-95. Beytlerin Şerhi
İHTİLAFIN RAHMET OLDUĞUNA İNANIYORUZ
دَلِيلَه مُـجْـتَهِــدْ اَوَّلْ بَــاقُــوبْ اَيْـلَـرْ اِصَـابَتْ حَـــقْ
وَ صُكْرَه مُحْكَمَه بَاقُوبْ خَطَاسِيـنْ عَفْو اِيدَرْ اَللّٰهْ
Delîle müctehid evvel bakıb eyler isâbet hak
Ve sonra muhkeme bakıb hatâsın afveder Allah
Müctehidin bir önceki delile bakarak hüküm etmesinden sonra, muhkem bir delili görüp yeniden hüküm etmesi halinde Allah Teâlâ önceki hatasını afuv eder.
Evvelden tarif ettiğimiz gibi, müctehid, görüşünü Kur'ân'a, Sünnete ve ümmet ulemâsının söz birliğine tıpatıp uydurmaya var gücüyle çalışandır. İctihad, müctehidin çalışması demektir.
Hedefe ve maksada ulaşılması için müctehidlerin kendi delillerini izah etmelerine ihtilaf denilir. Buna münazara da denilir.
İhtilaf eden müctehidlerin aynı kaynaktan delil almalarına misal, Bir tek olan âlemin Sâni'ine, tüm Nebîlerin davalarına, müteşâbih nasslara, Allah Teâlâ'nın sıfatlarına iman etmeleri ve bu maksadda ittifakla beraber, ayet, sünnet = hadis ve ulemânın icmâından delil almaları ve sadece çalışmanın ayrılığıdır.
Aynı kaynaktan delil almakta ittifaktan sonra, maksadın birleşmesine misal, müctehidlerin Allah Teâlâ'nın rızasının kazanılmasını maksad edinmeleri, aynı zamanda maksad ve amaçları da uhrevi ni'metlere bağlamalarıdır, başka her illet ve ğarazı, şahsî menfeati sarf-ı nazar etmeleridir.
Başta ashab-ı kiram olmak üzere dört mezheb, hatta on sekiz mezheb imamları, bu maksadla çalıştılar. Bütün hayatı gitse dahi hiçbirisi dünyayı amaçlamazdı. Bunun için ihtilafları rahmet olurdu. Ancak bizim zamanımızda bunlardan dört mezheb, sened ve tevatürle devam etmektedir. Şimdiki müslümanlar, bu dört mezhebden biriyle amelini tashîh etmekle mükelleftir.
Ashabdan sonra iki hayrlı asırda yaşayan müctehidler, evvela ayete, hadîse = sünnete = Peygamber'in sözüne, fiiline, takrîrine,
İkinci kez ayet ve hadîsin hükmünün nesholup olmamasına, lüğatine, örfî manasına,
Üçüncü kez, nesholmadıysa yani hadîsin tarihini tesbitten sonra ashabın bu ayet yahud şu hadisle nasıl amel ettiğine yahud nasıl söylediğine,
Dördüncü kez, söyleyenin kimliğine, yani meseleyi izah eden yahud ayete mana veren yahud hadîsi nakledenin metodoloji olarak hayatına bakarlardı.
Hayatını ele alarak: Takvâ mı, değil mi, salih mi, değil mi, inandığı yahud işlediği bid'ati var mı, yok mu? Bid'atine davet eder mi, etmez mi?
Bütün bunlarda bu muvaffakiyetlerden sonra beşinci kez, takva, vera', salahiyetle birlikte adalet, sıdk = doğru söz söylemek = dürüstlüğüne bakarlar;
Kabul ettilerse, ne söylediğine, ne için söylediğine, nasıl söylediğine bakarlardı. Aynı zamanda ashabın sözüne, fiillerine bakarlardı, düşünürlerdi, çalışmalarının nihayetinde aldıkları neticeyi yazarlardı, tesbit ederlerdi. Bu tesbit ve yazıya mezheb denilir. Mesela, İmâm-ı A'zam radıyallahu anhu'nun halkasında hadis âlimleri, fıkıh âlimleri, hâfızlar otururlardı; sorulan meselenin delillerini ortaya koyarlardı. Delillerini yazmaksızın aldıkları neticeyi yazarlardı. Bu yazı ve tesbit, İmâm-ı A'zam'ın mezhebi oldu.
Bütün bunlara rağmen müctehid, sonradan, önceki hükmüne muhalif delil görürse, derhal görüşünden cayar, hatasının afuvunu Allah Teâlâ'dan diler. Zaten Müslim ve Buhârî'nin de tahric ettikleri Amr bin Âs radıyallahu Teâlâ anhu'dan gelen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: اِذَا حَكَمَ الحَاكِمُ فَاجْتَهَدَ فَاَصَابَ فَلَهُ اَجْرَانِ وَاِذَا حَكَمَ فَاجْتَهَدَ فَاَخْطَأَ فَلَهُ اَجْرٌ وَاحِدٌ “Hâkim bütün gücünü harcayarak hükmettiği zaman görüşü hakka isabet ederse ona iki sevab vardır. Hâkim bütün gücünü harcadığı halde hüküm ettiği zaman görüşü hakka isabet etmezse bir sevabı vardır.” buyurmuştu, yani hatası afuv olunur, diye müjdelemişti. Bununla beraber son derece hata yapmaktan korunurlardı.
Sonra bilahare hükümdarlar işe müdahele etmekle ihtilafı hilâfa çevirdiler. Zaman zaman muhalefet baş gösterdi ise de, uzun müddet hüküm sürmedi. Ve bugüne kadar Elhamdu Lillah, mezhebler amelsiz kalmışsa bile kütübhanelerde ve elde dolaşan kitabları tevatür ve senedle ulaşmaktadır. Bunun için dört mezhebden birine tâbi' olmanın farz olduğuna inanıyoruz.
Dinde ihtilaf vardır; muhalefet yoktur.
Muhalefet, maksad ve hedefin ayrılması sebebiyle mütefekkirlerin, riyâset, şöhret, yiğitlik, servet gibi şeyleri maksad edinmeleri ve fikirlerini, maksad ve arzularını, türlü güç harcayarak revaca sokmalarıdır. Buna cidal de denilir. İslam Dîninde cidal yoktur.
Bilahare hilaf yerinde ihtilaf, ihtilaf yerinde hilaf yanlış olarak kullandılar, bu kullanılış dahi revac buldu ve bugün de revac bulmaktadır.
وَ حَـــــقْ بِـرْدِرْ مُعَـيَّـنْـدِرْ وَقُـرْاٰنْ وَ حَــــــدِيـثْ اٰنْجَقْ
نَه مِقْدَارْ اُولْسَه مُمْكِنْ ظَاهِـرِنَه حَمْل اُولُورْ هَرْگَاهْ
Ve hak birdir muayyendir ve Kur'an ve hadîs ancak
Ne mikdar olsa mümkün zâhirine hamlolur hergah
Ve hak birdir; Allah nezdinde bellidir. Kur'an ve hadis lafızları, mümkün oldukça zâhirine hamlolunur daima. Zâhirine hamledilmesi mümkün olmadıysa, müteşâbih nasslar gibi, yine ayet ve hadîsin zâhirinin yani bütün özelliğiyle Arab lüğatinin müsaade ettiği kadar te'vîle başvurulur. Buna mana-i bâtınî de denildi. İhtilaf edenler, zâhir ve bâtının ayrılmazlığını nazar-ı itibare alırlardı. Mesela tek katlı bir elbisenin dış tarafı ve iç tarafı gibi, zâhir nassın dış tarafı, bâtın nassın iç tarafıdır.