بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Ashâb-ı kirâma Şöyle İnanıyoruz 82-85. Beytlerin Şerhi

ASHAB-I KİRÂMA ŞÖYLE İNANIYORUZ

قَالاَنْ اَصْحَابْدِرْ كِه جُمْلَه سِنِكْ ذِكْرِى خَيْر اُولْسُونْ

جَـمِيعِ اٰلُ و اَصْـحـَابِى كِـرَامِــى سَـوْمِـيـشَــــمْ بِاللّٰهْ

Kalan ashabdır ki cümlesinin zikri hayrolsun

Cemî’i âl-u ashâb-ı kirâmı sevmişem Billah

Dört halîfeden sonra kalan ashâb-ı kiramın cümlesinin zikri hayr olsun. Hâsılı, bütün ehli beytini ve as­hâb-ı kirâmı Allah için severim.

            Burada İbrahim Hakkı, inanılması gereken üç meseleyi belirtmektedir:
            Birincisi, ashab-ı kiramdan herhangi birisinin is­mi söylendiği zaman «Radıyallahu anhu» = «Allah ondan razı olsun» yahud «Zikri hayr olsun» demenin gerekliliğidir.

            İkincisi, Peygamber'in ehli beytini ve ashabını sevmenin, imanı tekmil eden şartlardan olmasıdır ve bundan dolayı onları sevmektir. Zira onların sevgileri, imanı teşmil eder.

            Üçüncüsü, ashab olsun, tâbiîn olsun, büyük ze­vatların isimleri «Radıyallahu anhu» = «Allah ondan razı olsun» yahud «Zikri hayr olsun» demekle say­gıyla anıldığı takdirde, Allah'ın rahmetinin gelmesine vesile ve anahtardır. Hatta Ehli Sünnetten Mâturîdî âlimlerinin bazıları: « اَلاَ بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ القُلُوبُ “Dikkat edin! Allah Teâlâ'nın zikriyle kalbler, ruhlar sükûnet bulur.”[[1]] ayet-i kerîmesindeki «Zikrullah»tan mak­sad, Allah Teâlâ'yı çok zikreden ashab, tâbiîn ve ardınca gidenlerdir.» dediler. Bu takdirde ayet-i ke­rîmenin manası, “Dikkat edin! Allah Teâlâ'yı dille­riyle, canlarını ve mallarını harcamaları yani cihadıyla zikredenlerin isimleri sayesinde kalbler arınır, sükûnet bulur.” demek olur. Özellikle kendilerine cennet müjdesi verilenler.

عَـشَــرَۀِ مُـبَـشَّـرَه وَ فَـاطِـمَـه حَـسَـنْ حُـسَـيـنْ

بُـو اُمَّـتْـدَنْ بُولاَرَه جَـنَّـتِـيـلَـه نَـشْــهَـدُ بِـاللّٰهْ

Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma Hasen Hüseyn

Bu ümmetden bulâra cennetile neşhedu Billah

Bu ümmetten cennetle müjdelenen ashabdan on nefer ve Fâtıma, Hasan, Hüseyn Hazerâtına cennet müjdesi verilmiştir. Biz dahi Allah için bunların cennetlik olduklarına şahadet ederiz.

            İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, Ebû Davud, İbnu Mâce ve Hâkim'in tahric ettikleri, Saîd bin Zeyd radı­yallahu anhu'dan gelen; İmam Ahmed, Tirmizî ve İbnu Hibban'ın tahric ettikleri, Abdurrahman bin Avf radıyallahu anhu'dan gelen sahih bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:عَشَرَةٌ فِى الجَنَّةِ اَبُو بَكْرٍ فِى الجَنَّةِ وَعُمَرُ فِى الجَنَّةِ وَعُثْمَانُ فِى الجَنَّةِ وَعَلِىٌّ فِى الجَنَّةِ وَالزُّبَيْرُ فِى الجَنَّةِ وَطَلْحَةُ فِى الجَنَّةِ وَعَبْدُ الرَّحْمٰنِ فِى الجَنَّةِ وَاَبُو عُبَيْدَةَ فِى الجَنَّة وَسَعْدُ بْنُ اَبِى وَقَّاصٍ فِى الجَنَّةِ وَسَعِيدُ بْنُ زَيْدٍ فِى الجَنَّةِ “On zevat cen­nettedir: Ebû Bekr cennettedir. Ömer cennettedir. Osman cennettedir. Ali cennettedir. Zübeyr cennettedir. Talha cennettedir. Abdurrahman cennettedir. Ebû Ubeyde cennettedir. Sa'd bin Ebî Vakkas cennettedir. Saîd bin Zeyd cennettedir.” Ebû Dâvûd'un metninde «Ebû Ubeyde bin el-Cerrah» zikredilmediyse de, diğer bütün hadis kitablarının metinlerinde o da vardır. Ashabın cennete girmeleri, sadece hadiste zikredilen bu on zevatla hududlandırılmamaktadır. Nitekim Fâtime radıyallahu Teâlâ anhâ bu «on»un içinde zikredilmedi, başka hadislerde zikredildi. Hem mesela Ebû Eyyûb-il-Ensârî, Ubeyy bin Ka'b, Ebu-d-Derdâ', İbnu Mes'ûd, Abdullah bin Selam, azadlı­lardan da Selmân, Suheyb, Bilal radıyallahu anhum haklarında da müjdeleyici hadisler çoktur. Onların menkîbelerinde hadis imamları nakletmektedirler.

            Ümmet imamları söz birliğiyle: «Her sahabî, kal­binin ve ruhunun saflaşması, ilimle doldurulması, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'e teslim ve sevgisi nisbetinde رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ “Allah onlardan razı olmuş; onlar da Allah'tan razı olmuşlardır.”[[2]] mealindeki ayetin ve benzer ayetin müjdesi altına girmektedirler.

            Onlar Allah Teâlâ'nın İzzeti'ni, Celâli'ni dâimi bir sûrette zihinlerinde tutmakta idiler. Ve Allah Teâlâ'dan son derece korkar, utanırlardı. Kendilerine cennet müjdeleri verilenler dahi, müjdelere dayanmayıp aşırı derecede korkarlardı. Nitekim Sıddîk-i Ekber Ebû Bekr radıyallahu Teâlâ anhu, o kadar kendini küçük görürdü ki, övüldüğü zaman: “Keşke ben bir mü'minin bedeninde bir kıl olsaydım.” derdi. Yine ikinci halîfe Ömer Faruk, radıyallahu anhum cemîan, kendi kendine: “Hee Ömer! Eğer suçların mağfiret olunmazsa ne yaparsın zavallı? Kaçacağın yer de yok!” derdi, sonra ağlardı.

            Apaçık müjde almayanlar, tabiî ki daha fazla korkarlardı. Hepsi âdildirler. Hadîsin naklinde dahi mechul kalmaları yani isimlerinin bilinmemesi yahud vasıflarının bilinmemesi dahi âdil olmalarına zarar vermez.» demekte ittifak ettiler.
            Ne faide ki, müsteşriklerin kitabları tercüme edilince, müslümanlar da onlara uyarak bu i'tikâdî meseleyi unuttular; ashab-ı kiram veyahud da büyüklerden herhangi birisinin, mesela İmâm-ı A'zam ra­dıyallahu anhu'nun ismini andıkları zaman, sadece «Ebû Hanîfe» yahud sadece «İmam Ebû Hanîfe» yahud «Şâfiî» yahud «İmam Hanbelî .....» mücerred isimleriyle anmaktalar. İşitenler, bu zevatlardan böyle isimleri işitince, o âlî, üstün ve seçkin imam cemaatini yani «hayr-ul-kurûn»da yaşayan imamları, mesela mücerred «Ebû Yûsuf» denilince İmam Ebû Yûsuf'u, gördükleri bir köy imamı gibi zanneder. Ehli beyti de böyle anmaktadırlar.

            Ben bunlara hayret ediyorum: Nasıl namazda: وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ “Ve Allah'ın selam ve selameti, rahmeti, Allah Teâlâ'nın salih kulları üzerinde olsun.”; aynı zamanda salli – bârik salavâtında:اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ “Allâhumme! Selam ve selâmetin, bereket ve rahmetlerin, efendimiz Muham­med ve efendimiz Muhammed'in âli üzerinde olsun.” dedikleri halde, Allah'ın huzurunu en kapsamlı manayla kuşatan, ilan eden namazın içinde, salihleri ve ehli beyti zikreder; Allah'ın huzurunu andıran namazının kabulüne dahi vesile kılarlar da, selamdan sonra onları nasıl unutur, kendilerine rahmet okuma­yı, saygıyla anmayı, neshedilmiş bir şeriat gibi bilirler. Evet, maatteessüf biz zavallılar, namazı kıldığımız halde namaz kılmanın ne olduğunu bilmekten âciz kalmaktayız. Allah Teâlâ bize inayet, hidayet, tevfîk kapısını açsın, diyelim.

            Sonra İbrahim Hakkı rahimehullah, hakkında ayet ve hadis vârid olmayan bir kimsenin hakkında «cehennemliktir» diye menfî; yahud müsbet olarak «cennetliktir» diye hüküm etmenin, Ehli Sünnet vel'Cemaatin i'tikâdına son derece aykırı olduğunu öğreterek:

وَ غَـيْرِى كِـمْـسَه يَه عَـيْـنِيــلَـه جَـنَّتْـلِكْ دِينِــلْمَـزْ كِه

اُو غَيْبَه حُكْم اُولُورْ غَيْبِى نَه بِيلْسُونْ كِمْسَه غَيْرُ اللّٰهْ

«Ve ğayri kimseye aynıyla cennetlik denilmez ki

O ğayba hükmolur ğaybı ne bilsin kimse ğayrullah

Bunlardan başkalarına bitta'yîn = kesin hüküm üze­re belirterek “filan cennetliktir, filan cehennemliktir.” denilmez. Zira böyle söylemek ğayba hükümdür. Ğayb-ı mutlakı Allah'tan başka kimsenin bilmediğini bilip inanmak, imanın şartlarından biriydi. Aynı zamanda ğayb-ı mutlakı Allah'tan başka kim bilebilir?» dedi.

وَ اَصْحَابِ كِرَامِكْ جُمْلَه سِنْدَنْ صُكْرَه اُمَّتْدَنْ

جَمِيعِ تَابِعِينْ اُولْـمِـشْـدِرْ اَفْضَـلِ اَوْلِيـَـــاءُ اللّٰهْ

Ve ashâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden

Cemî’i tâbiîn olmuşdur efdal-i Evliyâullah

Ashâb-ı kirâmdan sonra tâbiînlerin hepsi, sonradan gelen tüm evliyâdan daha üstündür. Bu dahi imanla alâkalı bir meseledir. Edeb de bunu gerektirir. Nitekim İmam Ahmed, Tirmizî, Neseî ve Hâkim'in de tahric ettikleri, Hazreti Ömer radıyallâhu anhu’dan gelen sahih bir hadiste Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:اَكْرِمُوا اَصْحَابِى فَاِنَّهُمْ خِيَارُكُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ يَظْهَرُ الكَذِبُ حَتَّى اِنَّ الرَّجُلَ لَيَحْلِفُ وَلاَ يُسْتَحْلَفُ وَيَشْهَدُ وَلاَ يُسْتَشْهَدُ اَلاَ فَمَنْ سَرَّهُ بُحْبُوحَةُ الجَنَّةِ فَلْيَلْزِمِ الجَمَاعَةَ فَاِنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ الفَذِّ وَهُوَ مِنَ الاِثْنَيْنِ اَبْعَدُ وَلاَ يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بِامْرَاَةٍ فَاِنَّ الشَّيْطَانَ ثَالِثُهُمَا وَمَنْ سَرَّتْهُ حَسَنَتُهُ وَسَائَتْهُ سَيِّئَتُهُ فَهُوَ مُؤْمِنٌ “Ashabıma hayatların­da ve vefatlarından sonra dahi ikram edin = saygıda bulunun = rahmetle anın. Çünkü muhakkak onlar sizin en hayrlılarınızdır. Sonra onların peşinde gelenlere; sonra onların peşinde gelenlere de ikram edin, sevin = hayrla yâdedin. Sonra yalanlar belirir. Hatta şübhesiz kendisinden yemin istenilmediği halde bir adam yemin eder; şahidlik ondan istenilmediği halde şahadet eder. Dikkat! Kime cennetin ortasına girmek sevdirilmiş ise, cemaatten ayrılmasın. Çünkü muhakkak şeytan, tek kalanla beraberdir. O iki kişiden daha uzaktır. Aslâ bir adam, bir kadınla tenhalaşmasın. Çünkü muhakkak şeytan, üçüncüleridir. Kimin iyilikleri kendisine sevdirilmiş ise, kötülükleri kendisine üzüntü verdiyse, işte o hakîkî mü'mindir.”
 
            Ve bu hadîsin “Ashabıma hayatlarında ve ve­fatlarından sonra dahi ikram edin = saygıda bulunun = rahmetle anın. ” diye tercüme ettiğimiz cümlesinin, hiçbir te'vîle mecâli yoktur ve hiçbir şarta bağlı değil­dir.

             Her şeyden önce «Ben ne halde hangi sûrette öleceğim?..» Düşünmeli...

             Ashab, tâbiîn, tebe'-i tâbiînin isimlerinin anılma­sında, babası müslüman değilse «Radıyallahu anhu», müslüman ise «anhumâ», birden fazla isimler söylenilirse «anhum», kadın ismi söylenirse «anhâ» demeliyim.
             Aynı zamanda ilim ve velâyetle tanınan herhangi bir kâmil mü'min hakkında dahi «Radıyallahu anhu» denilir, diye bilmem gerekir. «Rahimehullah» da denilir.
             Emsal ise, herhangi bir duayla anılmasının edeb olduğunu bilmeliyim. Ve bununla müslümanın, bid'­atçi ve dalâlet fırkasından ayrıldığını, yani bu edebin, müslümanlığın alâmeti, gönül alçaklığının alâ­meti olduğunu bilmeliyim.

 


[[1]]Er-Ra'd Sûresi ayet 28

[[2]]El-Mâide Sûresi ayet 119