بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

İman ve İslam birdir 70-71. Beytlerin Şerhi

İMAN VE İSLAM BİRDİR

            Kütüb-ü Sitte'nin sahiblerinin tahric ettikleri sahih hadîs-i şerîfte Ömer radıyallahu Teâlâ anhu şöy­le anlatmaktadır:

        بَيْنَمَا نَحْنُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَاتَ يَوْمٍ اِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعْرِ لاَ يُرَى عَلَيْهِ اَثَرُ السَّفَر وَلاَ يَعْرِفُهُ مِنَّا اَحَدٌ حَتَّى جَلَسَ اِلَى النَّبِىِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَاَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ اِلَى رُكْبَتَيْهِ وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلَى فَخِذَيْهِ

    وَقَالَ يَا مُحَمَّدُ اَخْبِرْنِى عَنِ الاِسْلاَمِ قَالَ «الاِسْلاَمُ اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ وَتُقِيمَ الصَّلاَةَ وَتُؤْتِىَ الزَّكَاةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ البَيْتَ اِنِ اسْتَطَعْتَ اِلَيْهِ سَبِيلاً» قَالَ صَدَّقْتَ فَعَجَبْنَا لَهُ يَسْئَلُهُ وَيُصَدِّقُهُ

    قال فَاَخْبِرْنِى عَنِ الاِيمَانِ قَالَ «اَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَاليَوْمِ الاٰخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ» قَالَ صَدَّقْتَ

    قَالَ فَاَخْبِرْنِى عَنِ الاِحْسَانِ قَالَ «اَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ فَاِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَاِنَّهُ يَرَاكَ»

    قَالَ فَاَخْبِرْنِى عَنِ السَّاعَةِ قَالَ «مَا المَسْؤُولُ عَنْهَا بِاَعْلَمَ مِنَ السَّائِلِ»

    قَالَ فَاَخْبِرْنِى عَنْ اَمَارَاتِهَا قَالَ «اَنْ تَلِدَ الاَمَةُ رَبَّتَهَا وَاَنْ تَرَى الحُفَاةَ العُرَاةَ العَالَةَ رِعَاءَ الشَّاءِ يَتَطَاوَلُونَ فِى البُنْيَانِ»

    قَالَ ثُمَّ انْطَلَقَ فَلَبِثْتُ مَلِيّاً ثُمَّ قَالَ لِى «يَا عُمَرُ اَتَدْرِى مَنِ السَّائِلُ» قُلْتُ اَللّٰهُ وَ رَسُولُهُ اَعْلَمُ

        قَالَ «فَاِنَّهُ جِبْرِيلُ اَتَاكُمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ»

            «Bir vakit bizler birgünde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in yanında idik.
            Ansızın bir adam, üzerimize çıkageldi. Elbisesi son derece beyaz = parlak, saçları da simsiyahtı. Seferin eseri = toz toprak, üzerinde görülmezdi. Ve bizden hiçbir kimse, onu tanımazdı.
            Nihayet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'e yaklaşıp diz çöküp oturdu ve dizlerini dizlerine da­yadı; ellerini Peygamber'in uylukları üzerine koydu. Ve:
            "Ey Muhammed! Bana İslamdan haber ver." dedi.
            Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: “İslam, Allah'tan başka hiçbir ma'bûd = ciddî sevilen = hakî­katen kendisinden korkulan = ilah olmadığına ve Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in de Allah'ın ra­sûlü olduğuna şahadet etmendir; ve namazı dosdoğ­ru, ta'dîl-i erkan üzere kılmandır; zekatı müstehıkla­rına vermendir; ramazan orucunu tutmandır; yolunu = azık ve bineği bulsan, Beyt-i Muazzama'yı haccetmendir.” buyurdu.
            Adam: "Doğru dedin." dedi.
            Hazreti Ömer diyor ki: "Biz ona hayret ettik; hem soruyor, hem de cevabını tasdik ediyor." Adam:
            "O halde bana imandan haber ver = anlat." dedi. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:
            “Allah'a iman etmendir, meleklerine iman etmendir, kitablarının hükmüne iman etmendir, rasullere = getirdikleri hükümlere ve ahiret gününe iman etmendir. Bir de, kadere = Allah'ın hüküm ve kazasının hayrına ve şerrine inanmandır.” buyurdu. Adam:
            "Doğru söyledin. Bana ihsandan haber ver." dedi. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:
            “Sanki sen Allah'ı görür gibi O'na ibadet etmendir. Şayed ki sen O'nu görmemiş olursan, şübhesiz O seni görüp durur.” buyurdu. Adam:
            "Öyle ise bana kıyametin kopacağı zamandan haber ver." dedi. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:
            “Kıyametin ne zaman vukûundan sorulan, sorandan daha iyi bilen değildir.” buyurdu. Adam:
            "Öyle ise bana alâmetlerinden haber ver." dedi. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem:
            “Alâmetlerinden birisi, cariyenin kadın efendisini doğurmasıdır. Bir de yalın ayak, çıplak, fakir koyun çobanlarının, binaları yükseltmek ve süslendirmekte yarışmalarını görmendir.” buyurdu.
            Ömer radıyallahu anhu der ki: Sonra adam gitti. Hayli bir zaman durdum. Sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem bana:
            “Ey Ömer! Soranın kim olduğunu bilir misin?” dedi. Ben:
            "Allah ve O'nun Rasûlü daha iyi bilir." dedim. Buyurdu ki:
            “Gerçekte o Cibrîl idi. Sözü ve fiiliyle size dîninizi öğretmek için size geldi.”
            Hadîs-i şerîfte sadece iman, islam ve kadere iman etmenin kısaca izahı şöyledir. Daha fazla bilgi isteyen “Tahkîm-i Sâdât Şerh-i Mişkat” adlı eserimizin 1 = 2 no’lu Cibrîl Hadîsi'nin şerhine müracaat etsin; orada birçok faideler vardır.

            Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in:اَلاِسْلاَمُ اَنْ تَشْهَدَ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ “İslam, Allah'tan başka ilah = ma'bûd = ciddî sevilen = hakîkaten kendisinden korkulan olmadığına ve Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in de Allah'ın rasûlü olduğuna şaha­det etmendir...” buyurduğu اَلاِسْلاَمُ «El-İslam» kelimesi, ma'rife olarak gelmiştir. Ma'rife olunca, “Sizce be­ğenilen İslam'dan haber ver.” demek olur. Binaenaleyh bir insanın kendi kafasındaki düşündüğü, çiz­diği, plânladığı islam değil, Allah'ın Rasûlü'nün be­yan ettiği ve ashabının da kendisinden öğrenip sonralara bildirdikleri, hâsılı tevâtür ve senedle bize ulaşan «El-İslam» demek olduğunu bilmek farzdır. Çünkü i'tikâdın şartlarından biri de, inanılan hük­mün, dînin tarifine tıpatıp muvafık olmasıdır.

            İmam Ğazâlî İhyâsı'nda diyor ki: «Doğrusu lü­ğatte iman, tasdikten ibarettir. Allah Teâlâ, Yûsuf aleyhisselam'la kardeşlerinin kıssasında:وَمَا اَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ “...Ve sen bize iman etmiş değilsin; biz doğru söylemiş isek de.”[[1]] yani: “Bizi tasdik edici değilsin.” buyurdu.

         İslam ise, hakka muhalefet etmekte inadı, onu kabul etmekten yüz çevirmeyi, haddi aşmayı yani ki­birliliği terk etmek, inkiyad = kalben ve rûhen kabulle boyun eğmek ve iz'an = ihlas üzere kabul ve boyun eğmenin şuurunda olmak ve şartıyla teslim ve istis­lam = idaresi altına ve emrine girmekten ibarettir.
            Tasdîke özel yer var; o da kalbdir. Kalbin ter­cümanı ise dildir.

        Teslime gelince, o, kalbi, dili, azaları kuşatır. Çünkü her kalbî tasdik, teslimdir, hakkı kabul etmemeyi ve inkarı terktir. Dil ile itiraf da böyle.

            Azalarla boyun eğmek, yani inkiyad = kalben ve rûhen kabulle boyun eğmek ve taat de böyledir. Bundan böyle lüğatte gereken şey, islamın imandan daha umum, imanın ise daha has olmasıdır. Böylece iman, islamın en şerefli cüz'ünden ibaret oldu. Bu takdirde şübhesiz, her tasdik teslimdir, fakat her teslim tasdik değildir.» Eş'arî mezhebinde olanların hepsi böyle demektedirler. Amma filhakîka umum, husus birbirinden ayrı demek değildir; cins ve nevi' gibidir; “Her isim, kelimedir, ama her kelime isim değildir.” deyişimiz gibi.

            İş böyle olunca İmam Beğavî diyor ki: «Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, bu hadiste, zâhirî amel olan şeye «islam» ismini, bâtînî i'tikaddan ibaret olan tasdîke de «iman» ismini vermiştir. Hadîsin zâhirinden, amelin, imandan bir cüz olduğu anlaşıldı ise de, aslında iş öyle değildir. Çünkü zâhirî amel, imandan bir cüz olmadığı gibi, kalbî tasdik de islamdan bir cüz değildir. Binaenaleyh imanla islam, ayrı ayrı şeyler olmayıp, bilakis imanla islam, bir tek şeydir. Ve «din» ve «şeriat» kelimeleri ise, Peygam­ber ve ashabının tarifine tıpatıp mutabık, hem kalbî tasdîki hem de zâhirî inkiyâdı kuşatmaktadır. Onun için hadîsin sonunda اَتَاكُمْ يُعَلِّمُكُمْ دِينَكُمْ “Haliyle size dîninizi öğretmek için size geldi.” buyruldu. Bu takdirde iman yani tasdik ve mucibince amel etmeye, iman da denilir, islam da denilir. Yine Allah Teâlâ Kur'ân-ı Hakîm'de «din» ve «islam» kelimeleri ma'ri­fe olarak: اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ الاِسْلاَمُ “Şübhesiz Allah nez­dinde din, İslamdır...” buyurdu.»[[2]] Hâsılı Peygam­ber sallallâhu aleyhi ve sellem'in getirmiş olduğu şeriati = kanunu, fiilî kabul etmeye islam; tasdîkine de yani kalben kabul etmeye de iman denilir.

            Bu itibarla Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah da Mâturîdîlere teb'an:

دَخِى اِيمَانْ اِيلَه اِسْلاَمْ اِيكِيسِـى شَىْءِ وَاحِدْدِرْ

جَنَابِ حَقْدَنْ اُولْ هَرْ نَه گَتُورْدِيسَه رَسُولُ اللّٰهْ

«Dahi îman ile islam ikisi şey'i vâhiddir

Cenâb-ı Hakk'dan ol her ne getirdiyse Rasûlullah

Allah Teâlâ'ya, tasdikle gönül bağlayarak inanmak ve teslim olmak, yani iman ve islam birdir. Hâsılı Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in Allah'tan bildirdiği din, iman ve islamdır.» dedi.
Yani Peygam­ber sallallâhu aleyhi ve sellem'in Allah Teâlâ tara­fından getirmiş olduğu hükümlere, tasdik ve ikrar şartıyla inanan, mü'min ve müslimdir. Getirdiği kanun, din ve millettir. Demek ki din ve millet, bir tek şeydir.

            Yukarıdaki hadîs-i şerîfte soru soran Cibrîl, bu iti­barla Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'den işit­tiği şeyleri tasdik etti ve akabinde: قَالَ فَاَخْبِرْنِى عَنِ الاِيمَانِ “O halde bana imandan haber ver = anlat.” dedi. Demek, sözle dahi kalbin tasdîkinin dile getirilmesi, imanın şartlarından biri sayılmaktadır.

            Aynı zamanda hadîsin lafzındaki اَلاِيمَانِ «El-Îman» kelimesi, ma'rifedir. Yani bu itibarla soru soran Cib­rîl, “Sizce ma'rûf = bilinen, tanınan ve makbul olan imandan bana haber ver.” demek istedi.

            Bilmiş olalım ki iman, güven almak manasında olan اَمْن «emn» kelimesinden müştaktır. Bu itibarla اِيمَانٌ بِاللّٰهِ = Allah'a iman'ın manasının birinci sûreti, şekten ve şübheden ârî bir yekîn = kesin kabul ile Zât-ı Şerîfi'nin Varlığı'nın kabul edilmesidir.
            İkinci sûreti, O Zat tarafından gelen bütün haberlerin, kizbe yani yalana aslâ ihtimal taşımadığına hüküm edilmesidir. Ve tereddüdsüz yani şübheden ârî, emrlerinin imtisâlinin, yasaklarının ictinâbının boyna alınmasıdır = iltizamdır, yani imanın kendisine farz olmaklığının şuurunda olunmasıdır.

            Üçüncüsü, yine kalbinde, şuurunda tereddüdsüz inandığı, hüküm ettiği ve tasdik ettiği için de, Allah Teâlâ'dan güvenin alınmasının sûretidir, yani söz­leşmesidir.
            O halde اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ = Allah'a iman ettim'in manası: “Zât-ı Vâcib-ul-Vücûd'un Vücûdu'na = Varlığı'na ke­sin olarak hüküm ettim, O'ndan taraf gelen tüm emr ve yasakların hak ve gerçek olduğunu kesin kanaatle doğruladım = bildim ve bundan dolayı Allah Teâlâ'dan güveni aldım.” demektir.
            Bu imanın birinci rüknüdür, fakat dilimizde, muhitimizde rükün, yanlışlıkla şart olarak tanınmıştır.
            Bu imanın birinci şartı, görmeden inanmak, ikincisi, hiçbir an, hiçbir sûrette zihnine tereddüd gelmemesi, emr ve yasakların kabulü hususunda sar­sılmaması ve güvenini bozmamasıdır.
            Bu şartlarla Sanki اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ demekle mü'min: “Bildiğim ve kalbimle tasdik ettiğim, aklımla sevdiğim ve kendisinden korktuğum, ismi اَللّٰهُ «Allah» olan Ma'bûd'um haktır. Hak ve gerçek olduğunu kabul etmişimdir. Kulağımla işittiğim hitabların hükmü, hepsi, hak ve gerçektir. Doğruyu bulup seçtiğim yo­lun, dilimle de hak ve gerçekliğini itiraf ederim.” de­miştir. İşte tasdik de bundan ibarettir.
            Yukarıda tarif edildiği üzere, demek Allah'a iman, mücerred "Allah vardır" sözünden ibaret de­ğildir. Bunu bilmek farzdır.

            İşte bu itibarla Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: Cibrîl'e: قَالَ اَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ “Allah'a iman etmendir.” buyurdu. Yani “Bütün şübhelerden ârî bir sû­rette, münezzeh olan Yaratıcı'nın isbatına, Zât-ı Şe­rîfi'nin Vahdâniyeti'nin isbatına, ezelî ve ebedî olma­sına, hudus yani sonradan gelen şeylerin alâmetle­rinden âlî ve münezzeh olmasına, var etmekte ve yok etmekte âlemin tedbirinin sadece O'na isnad edilmesine, Zât-ı Şerîfi'nden başkası = mâsivâ = âlemin sonradan O Zât'ın icadıyla var olduğuna, mâsivâda sadece Kendi iradesiyle Bizzat tasarruf ettiğine kesin kanaatle hüküm etmendir ve bu hü­kümde sebat etmendir.” demektir.
            Utanç ama söyleyeceğim; okuyucuların afuvuna sığınırım; iman ve İslam rüknünden güzel bir cevab vermezler, dedim. Hatta bir şeyhten sordum; bana: “Altıdır.” dedi. “Nelerdir?” dedim. Kibirlene kibirlene: “Bizim «Âmentu Billah»ı bilmediğimizi mi iddia edi­yorsun?” dedi.
            Ben: “Hayır.” dedim; “Ciddi olarak imanın rükün­lerini soruyorum.”
            «Âmentu Billah'ta: “Allah'ın varlığına birliğine, meleklerin erkek ve dişi olmadıklarına, taat yapmak tabiatinde nurdan yaratıldıklarına, kitablarının hü­kümlerinin hak olduğuna, göndermiş olduğu enbiya ve rasullerine ve getirdikleri hükümlere ve ahiret gü­nüne dahi inandım.” olmak üzere imanın beş rüknü beyan edilmiştir.

            Kadere iman ise, Allah Teâlâ'nın varlığına, bir­liğine iman etmeye yani «Âmentu Billah»a dahildir. Zira sıfatlarını bilmeksizin yahud bilip inkar etmekle Allah Teâlâ'ya inanan bir kimse, muattal bir ma'bûda inanmıştır, dolayısıyla inanmamıştır. Varlığına, birli­ğine inandıysa, Tevhîde inanmış demektir.

            Tevhîd de, “Her şey yani bütün âlem, Allah Teâlâ'nın var etmesiyle vardır, tedbir, irade ve kud­retiyle devam etmektedir. Bundan böyle dilediğini aziz kılar, zelil kılar. Hâsılı istediği gibi hüküm eder.” demekten ibarettir. Ancak öğrenilmesi için avam için kadere imanı altıncı rükün olarak saydılar.

            İmanın şartları da: İnandığının = doğruluğuna hükmettiğinin üzerinde herhangi bir şübheye kapıl­maksızın devam etmek, yani imanda sebat,

            Görmediği halde yani ğayba iman etmek,

            Ğayb-ı mutlakı Allah'tan başka kimsenin bilme­diğini bilmekle inanmak,

            Kavlen veyahud fiilen imanın zıddını işlememek, mesela kelime-i küfür söylememek, puta tapmamak,

            Bütün emellerini ahirete, recâ = ümidle Allah'ın cennet nimetlerine, sevab vermesine bağlamak,

            Havf = şirkten korkmak ve korunmakla da cehennemin ve içindeki azabın hak olmasına hüküm ederek vesilelerinden = küfür, şirk, nifaktan korkmakla kaçmak,

           Allah Teâlâ'nın helal kıldığı şeyleri helal, haram kıldığı şeyleri haram tanımak, doğruluğuna hüküm etmek olmak üzere altıdır.» dedim.

            İman hususunda en az icmâlen her müslümanın bu kadar bilmesi gerekir. Bunu bilmezse iman üzerinde sebat ve devam edememesinden korkulur.

            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:
            Denilse ki: İman rükünleri kaçtır?
            De ki: İman rükünleri altıdır. Hepsi «Âmentu Billâhi ve melâiketihi ve kütübihi ve rusulihi vel'­yevm-il-âhiri ve bil'kaderi, hayrihi ve şerrihi minallâhi Teâlâ.» “Allah'a, meleklerine, kitablarına, rasulleri­ne, ahiret gününe ve özellikle hayr ve şerrin Allah Teâlâ'dan tayin edilmiş, belirlenmiş hüküm olduğuna inandım, inanmışım.”
            Denilse ki: «Âmentü Billâhi» ne demek?
            De ki: “Allah Teâlâ tam bir hayatla hayat sahibi, ezelden ebede kadar her şeyi bilendir, her şeye kâ­dirdir = gücü yetendir, her avazı işitir, zerreye varın­caya kadar her cüsseyi görür, konuşucudur, dileyicidir, yaratıcıdır.” bilip demekle inandım.
            Denilse ki: «Âmentü Billâhi» deyişinde nasıl ina­nıyorsun?
            De ki: “Bu sekiz sıfatın Zâtı'na nisbeti gereken müsbet sıfatları olduğu, aynı zamanda sıfatların Zât'ın Kendisi = sıfat Sahibi'nin Kendisi olmadığı ve Kendisi'nden bu sıfatların ayrılmayacağı, onlarla va­sıflanan Zât gibi ezelî olduğu, daimi olduğu, ebedî olduğu, ayrıca bu sekiz sıfatla vasıflanan mukaddes Rabb'imin Esmâi-l-Hüsnâsı'yla isimlendirildiği” sûre­tinde inanırım.

            Aynı zamanda Zâtı'na nisbeti câiz olmamakla Zât-ı Şerîfi'nin, doğrusu Esmâi-l-Hüsnâ Sahibi'nin, âcizlikten, isim ve sıfatlarının değişmesinden, Zat ve sıfatının sûret ve şekilden pak, beri ve temiz oldu­ğuna inanırım. İşte inancımın şekli budur. Ve nitekim Allah Tek Bir'dir, ortağı yoktur, doğmamış, do­ğurmamış, cinsi, nev'i, zıddı yoktur, «nasıl» kelimesine de cevab olmaz.

            Böylece yukarıdaki şartlarla Allah'a imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, وَمَلاَئِكَتِهِ “ve meleklerine iman etmendir.” buyurdu.

            مَلاَئِكَة «Melâike» elçiler manasından olup «melek»in çoğuludur. Bu manadan nakil olunarak, cis­mânî bulanıklıktan berî, ulvî ve nûrânî ruhlara isim olundu. Binaenaleyh melekler, nûrânî cisimler olup, Allah ile nebîleri ve saflaşma makamına ulaşan as­fiyâ kulları arasında vasıtadırlar. Aynı zamanda âle­min var olma, yok olma hâdiselerinde de vasıta olurlar.

            Melekler, nûrânî latîf cisimler olup Allah'ın tak­dîriyle = hükm-ü kazasıyla muhtelif şekillerine girmelerine muktedir, bir anda Arş'a kadar yükselip inişe kabiliyetli, zorluğa katlanmaksızın tabiatleriyle tesbih edicilerdir, diye de tarif edildi.
            Meleklerden isimleri bildirilen Cebrâîl, Mîkâîl, Azrâîl ve İsrâfîl'e bizzarûre tafsîlen inanmak, sair meleklerin varlığına da icmâlen inanmak, meleklerin mükerrem kullar olduğuna, gece ve gündüz tesbih ettiklerine, Allah Azze ve Celle'nin kendilerine ver­diği emrlerine isyan etmediklerine ve gevşeklik gös­termeksizin derhal emrleri yerine getirdiklerine inanmak gerekir.

            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

            Denilse ki: Meleklere nasıl iman ediyorsun?
            De ki: Yemezler, içmezler, uyumazlar, araların­da erkeklik, dişilik yoktur, latîf = öz, nurdan cisimlerdir, Allah Teâlâ'nın emrine karşı gelmezler, emro­lundukları şeyi derhal yaparlar.
            Böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, وَكُتُبِهِ “ve kitablarının hükmüne iman etmendir.” buyurdu.
            Kitablara iman'ın manası, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'ı kesin olarak Allah Teâlâ'nın melekler vası­tasıyla rasullerine gönderdiğine, bunlar içindeki hü­kümlerin hak ve gerçek olduğuna tafsîlen, sair enbiyâlara gönderilen kitablara ise icmâlen inanılma­sının farz olması demektir.
            Ayrıca sûret-i kat'iyyede Kur'ân-ı Hakîm'in, i'ti­kad ve temel ahlak müstesna olmak üzere önceki kitabların bazı hükümlerini neshettiğine hüküm etmek de farzdır. Artık Kur'ân'ın hükmü kıyamete kadar bâkîdir.
            Hâsılı, kitaba inanmanın manası, hükümlerinin yani emr ve yasaklarının doğruluğunu kabullenmektir. Nitekim Tirmizî, Taberânî, Beyhakî'nin tahric ettikleri, Ebû Hureyre radıyallahu anhu'dan gelen ha­dîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: مَا اٰمَنَ بِالْقُرْاٰنِ مَنِ اسْتَحَلَّ مَحَارِمَهُ “Kur'ân'a iman etmemiştir, Onun haram kıldığı şeyleri helal sayan kimse.” Hadîsin sened cihetinde söz edilmiş ise de, ulemânın ittifakıyla Kur'ân'ın haram kıldığı bir şeyi helal sayan, yahud helal saydığı bir şeyi haram sayan kafir olur. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah:

بُو ظَاهِرْدَنْ اُولْ اَهْلِ بَاطِنِكْ دَعْـوَاسِى مَعْـنـَــايَه

عُدُولِ هَمْ نُصُوصِ رَدُّ و اِسْـتِـخْفَـافِ شَرْعُ اللّٰهْ

« Bu zâhirden ol ehli bâtının da'vâsı ma'nâya

Udûli hem nusûs-i redd-u istihfâf-i Şer'ullah» demekle bu meseleyi müstakil olarak zikredecektir.

            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

            Denilse ki: Allah Teâlâ'nın kitablarına nasıl ina­nıyorsun?
            De ki: Allah Teâlâ ezelî kelâmını, bir kısmı kul­larına yararlı işleri yapmayı emredici, diğer bir kısmı kullarını dünya ve ahirette kendilerine zarar verebilecek her türlü tehlikeden sakındırıcı olmaklığıyla Cebrâîl vasıtasıyla vahiy sûretiyle yeryüzünde olan enbiyâ-i izâmın kalbleri üzerine indirdiği, Cibrîl'i yan­larına gönderip ayna kılarak ezelî kelâmını akset­tirdiği sûretiyle inanıyorum.

            Ashabdan sonra böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine, kitablarına imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: وَرُسُلِهِ “ve rasullere ve getirdikleri hükümlerine iman etmendir.” buyurdu.

            Ve nitekim rasûllere iman etme'nin manası da, hem özellikleriyle kendilerinin, bir de onların Allah Teâlâ tarafından getirdikleri hükümlerinin kabul edil­mesi ve doğruluğuna hüküm edilmesidir.
            Cumhur, nebî ile rasul arasında fark olduğuna hüküm ederek dediler ki: “Nebî, tebliğle emredil­mediği halde Allah Azze ve Celle'nin vahiyle gön­derdiği insandır. Şayed tebliğle emredildiyse aynı zamanda rasuldür. Şu halde her rasul, aynı zamanda nebîdir, amma her nebî rasul değildir. Maksud, bizzat rasullere imandır. Çünkü nebîlerin varlığı, rasullerin tebliğiyle bilinmiştir. Ve nitekim tebliğ etmeyen nebî, bilinmemiştir.”

            Yine İbrahim Hakkı rahimehullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evladlara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

            Denilse ki: Allah'ın rasullerine = şeriatini bildiren elçilerine nasıl inanıyorsun?
            De ki: Allah'ın şeriatini = dînini = kanun ve niza­mını bildiren rasullerin, meleklerden daha üstün ol­dukları, yeryüzünde Allah Teâlâ'nın halîfeleri olduk­ları, her türlü ayıb, kusur ve günahlardan pak olma­ları, Rabb'lerinin risâlet mertebesinin gerektirdiği hu­suslarını kusursuz tebliğ ettikleri, hiçbir şey gizlemedikleri sûretiyle inanırım. Enbiyânın ilki Âdem aleyhisselam, sonuncu Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'dir. Bize adedleri malum değildir; hepsine inandım.

            Böylece bu şartlarla Allah'a, meleklerine, kitab­larına, rasullerinin ve getirdikleri hükümlerinin hak olduğuna imanla birlikte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: وَاليَوْمِ الاٰخِرِ “ve ahiret gününe iman etmendir.” buyurdu.

            Ahiret günü'nden murad, dünyanın son günü yani ölümle başlanan gündür.
            Yevm-il-âhir, son gün, ölümden itibaren hudud­suz ebedî gün demek olur. Bu takdirde manası: “Kabir azabına, lezzetine, cismânî ve rûhânî haşir, hesab, cennet, cehennem ve ahiret ahvaline inan­mandır.” demek olur. Yani: “Kur'an ve hadiste bildirilen ölümden sonra başlayacak hayatta vukua gelebilecek olaylara, mesela kabir sorusuna, nimetine, azabına ve kabirden kalkıp haşre gönderilmeye, hesaba, teraziye, cennet ve cehennemin nimet ve azablarına inanmandır.” diye inanmak farz olur.

            Hadîs-i şerîfte: وَتُؤْمِنَ بِالقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ “Bir de, kadere = Allah'ın hüküm ve kazasının hayrına ve şerrine inanmandır.” buyruldu. Yani Allah Teâlâ'nın mahluku yaratmadan önce hayrı ve şerri takdir ettiğine, kai­natın hepsinin, hatta erkek olmak, dişi olmak gibi hü­kümlerin cümlesinin, hüküm ve kazasına bağlı kaldığına inanmak farzdır. Nitekim: قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ “Ha­bîbim De ki: Kulun aleyhinde ve lehinde olan tüm olaylar, Allah'ın nezdindendir...”[[3]] buyurdu. Ve Allah Teâlâ hepsini ilim ve iradesiyle yapmıştır ve yap­maktadır. Nitekim diğer bir ayet-i kerîmede de şöyle buyurdu:فَمَنْ يُرِدِ اللّٰهُ اَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلاِسْلاَمِ وَمَنْ يُرِدْ اَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَاَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِى السَّمَاءِ “Binaenaleyh Allah, kimin hidayetini dilerse, İslamın ka­bulü için göğsünü genişletir. Kimi de saptırmasını di­lerse, onun da göğsünü son derece daraltır; sanki o, göğe doğru çıkıyormuş...”[[4]] Binaenaleyh hayr olsun şer olsun, tatlı olsun acı olsun, küfür olsun iman ol­sun, hatta taat olsun isyan olsun, hepsi Allah'ın iradesi, hüküm ve takdiriyle meydana gelir. Şu kadar ki küfür ve ma'siyete rızası yoktur. Yani rıza ile iradenin manası bir değildir. Nitekim: وَلاَ يَرْضَى لِعِبَادِهِ الكُفْرَ “...Ve kulu için küfre razı olmaz...”[[5]] buyurdu. Zaten kadere iman bahsi geçmişti.
            Ve binnetice Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ tarafından neyi getirip bildirdiyse,

قَمُوسِينْ دِيلْ اِيلَه تَقْرِيرُ و تَصْدِيقْ اَيْلَدِمْ بِالْقَلبْ

بِـــرِيـنَه يُوقْــدُرْ اِنْكـَـــارِمْ اِينَانْـدِمْ شُـبْـهَه سِزْ وَاللّٰهْ

Kamûsun dil ile takrîr-u tasdîk eyledim bilkalb

Birine yokdur inkârım inandım şübhesiz Vallah

Cümlesini ikrar ettim; kalbimle tasdik ettim. Hiçbirine inkarım yoktur. Ve hepsinin gerçekten Allah'tan gel­diğine inandım, boynuma astım.
            Buraya kadar anlatılan akîde ittifâkîdir. Daha ev­velden temel olan meselelerin hilaf ve ihtilafa mahal olamayacağını açıklamıştık. Ve ihtilafa mahal ola­mayacak meseleler, burada bitmiş olur. Ancak ehem­miyetli meseleler olduğu için “Akîdet-ul-Îman”dan alıntıyla temel olan i'tikâdî meseleleri tamamlıyoruz.


[[1]]Yûsuf Sûresi ayet 17

[[2]]Âl-i İmrân Sûresi ayet 19

[[3]]En-Nisâ' Sûresi ayet 78

[[4]]El-En'âm Sûresi ayet 125

[[5]]Ez-Zümer Sûresi ayet 7