دَخِـى ذُرِّيَّـتِـيِـمْ حَـضْــــرَتِ اٰدَمْ نَبِـيــنِكْ هَـــــمْ
خَلِيـلِكْ مِلَّتِييِمْ دَخِى قِبْلَه مْ كَعْبَه بَيْتُ اللّٰهْ
Dahî zürriyetiyim Hazreti Âdem Nebî'nin hem
Halîlin milletiyim dahi kıblem Ka'be Beytullah
Aynı zamanda Hazreti Âdem aleyhisselâm'ın neslindenim.Ve İbrahim aleyhisselâm'ın milletindenim. İbadetlerde yöneleceğim yer, Ka'be Beytullahtır.
Şeyh İbrahim Hakkı Hazretleri, bu beytte dahi feylesoflara hilafla üç meseleyi izah ederek, Allah Teâlâ'ya iman etme yollarını, keyfiyetini göstermektedir:
1. mesele, iman etmenin birinci yolu, insanın, maymundan veya herhangi bir mahluktan değil, Allah Teâlâ'nın yeryüzüne halîfe olarak yaratmış olduğu Âdem aleyhisselâm'ın neslinden olduğuna inanmaktır.
Bütün peygamberler bunda ittifak etmektedirler. Hatta bütün insanlar, müttefik idi; Fransalı Lamark ve ona uyan Darwin çıktıktan sonra ihtilafa düştüler, rahatlıkla diyebiliriz.
2. mesele, nesebde Âdem aleyhisselam, baba olduğu gibi, Tevhîdde de üstün rehberin İbrahim aleyhisselam olduğuna inanmaktır. Doğrusu İbrahim aleyhisselam, Tevhîdde, müslümanlara, hatta ehli kitaba baba mesâbesindedir. Zaten Âdem aleyhisselâm'ın dîni de Tevhîd idi, şirk, küfür bid'ati bilahare çıktı diye izah ettik.
3. mesele Tevhîd-i cihet meselesidir. Bu ciheti tayin eden Ka'bedir. Vahdet, Ka'betullah'a yönelmekle meydana gelir.
Ka'beden başka yerlere yönelen veyahud yönelmek isteyenin i'tikadı bozuktur, küfrüne hükmedilir. Demek ki, ictimâî hayatta, müslümanların tüm cemaatlerinin hayatta ve ölümden sonra yüzlerinin kendisine yönelmesi gereken sadece Ka'be-i Muazzama'dır. O halde bunun için şerefini bilmek de, ayrıca iman yoludur.
Kısa olarak, İbrahim Hakkı Hazretleri rahimehullah iman yolu için on dokuz meseleyi ortaya koyduktan sonra, Allah Teâlâ'nın Ulûhiyet, Rubûbiyet ve sair sıfatlarını beyan etmeye başlıyor.
Burada alınması gereken, yine İbrahim Hakkı rahimehullah'ın, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinden, sorulu cevablı birkaç hakîkatleri aziz gençlerimize tercüme edelim:
Aziz evladım!.. Denilse: “Sen mü'min misin?”
De ki: “Elhamdu Lillâh, ben mü'minim.” Kesinlikle “İnşâallah ben mü'minim.” deme.[[1]]
Denilse: Ne zamandan beri sen mü'minsin?
De ki: «Kâlû belâ» denilen günden beri.
Denilse: Neymiş dediğin «Kâlû belâ»?
De ki: O zamandır ki, Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ın sulbünden tüm insanların ruhlarını zerrecik sûreti üzerine yaratmıştı; o zamanda onları mükellef kılmıştı. Karşısına alıp kendilerine: “Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?” diye hitab etmişti. Mü'minleri, kafirleri, hepsi: “Evet, Rabb'imiz olduğunu itiraf ederiz.” diyerek yekpâre halinde secde ettiler. Ne var ki kafirler ahidlerini = sözleşmelerini bozdular. Mü'minler, İslam fıtratı = yaptıkları sözleşme üzerine kaldılar.
Denilse: İmanın başı nedir?
De ki: Lâ ilâhe illallah, Muhammed-ur-Rasûlullah'tır.
Denilse ki: Allah'ı nasıl tanırsın? Bilirsin?
De ki: Kemal sıfatlarıyla vasıflanmakla, noksan sıfatlardan pak olmaklığıyla tanırım.لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ فِى الاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَٓاءِ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ “Yerde ve gökte aslâ benzeri yoktur. O, her âvâzı işitici, her zerreyi görücüdür.” olmaklığıyla bilirim.
Denilse ki: Yerden gökten önce Allah Teâlâ ne yarattı?
De ki: Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in nurunu yarattı.
Denilse ki: Kimin zürriyetindensin?
De ki: Babamız Âdem aleyhisselâm'ın zürriyetindenim.
Denilse ki: Kimin milletindensin sen?
De ki: İbrahim Peygamber aleyhisselâm'ın milletindenim.
Denilse ki: Kimin ümmetindensin sen?
De ki: Rasul ve nebîlerin sonuncusu Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'in ümmetindenim. Allah'ın rahmetleri, bereketleri tüm enbiyânın üzerinde olsun.
Denilse ki: Kimin mezhebindensin sen?
De ki: Ehli Sünnet vel'Cemaatin mezhebindenim. Ehli Sünnet vel'Cemaatten de, ashab, tâbiîn, tebe'-i tâbiîn olmak üzere hayrlı iki asırda yaşayan cemaatini teşkil eden âlimleri demek istedim. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun.
Denilse ki: Amelde kimin mezhebindesin?
De ki: Hicrî 150'de vefat eden Nu'mân bin Sâbit yani İmâm-ı A'zam'ın mezhebindenim. Yahud Hicrî 204'te vefat eden Muhammed bin İdris eş-Şâfiî
el-Kureşî'nin mezhebindenim.
Denilse ki: Mezhebler kaçtır?
De ki: Dört mezhebdir. Birincisi, İmâm-ı A'zam Nu'mân bin Sâbit el-Hanefî, ikincisi, Muhammed bin İdris eş-Şâfiî el-Kureşî, üçüncüsü, Hicrî 179'da vefat eden Mâlik bin Enes el-Esbahî, dördüncüsü, Hicrî 241'te vefat eden Ahmed bin Hanbel, imamlarımızdır, Allah hepsinden razı olsun. Bunların gittikleri yol, yani mezhebleri haktır, dosdoğrudur.
Denilse ki: İmam Şâfiî, kimden ilmini almıştır?
De ki: İmam Nu'mân el-Hanefî'nin kitabından, o da İbrahim en-Nehaî'den, o da Alkame'den, o da Abdullah İbni Mes'ûd radıyallahu Teâlâ anhu'dan, o da Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'den, o da Cibrîl aleyhisselam'dan, o da Allah Azze ve Celle'den.[[2]]
Denilse ki: Din ve millet nedir?
De ki: İkisi, bir tek şeydir. İkisi birlikte, Ehli Sünnet vel'Cemaatin akîdelerine = doğru ve gerçek olmaklığına hüküm etmenin tümüne isimdir.
Denilse ki: Ümmet nedir?
De ki: Enbiyâ-i kirâm aleyhimussalâtu vesselâm'ın tâbi'leridir. Ümmetçilik ise «tâbi'lerindenim» diye davasını açıklamaktır.
Denilse ki: Mezheb nedir?
De ki: Kitab yani Kur'ân'a, Sünnet yani Peygamber'in sözüne, fiiline ve takrîrine ve ümmet ulemâsının söz birliğine tıpatıp muvafık çalışmaktır.
Müctehid, görüşünü Kur'ân'a, Sünnete ve ümmet ulemâsının söz birliğine tıpatıp uydurmaya var gücüyle çalışandır.
[[1]]Şeyh İbrahim Hakkı Hanefî olduğu için Mâturîdî mezhebi üzerine devam etti. Şâfiî ve Eş'arî mezhebinde olanlar, «“İnşâallah mü'minim.” denilebilir.» dediler. İhtilafları lafzî bir nizâ' olup muhalefet sayılmamaktadır. Zira Mâturîdîler, hidayet ve iman etmek nimetinin, Allah Azze ve Celle'den her insanın ruhunun merkezine armağan olduğunu, gizlendiğini; ancak mü'minin, iman etmesiyle bu gerçekleşen armağanı açıkladığından dolayı “İnşâallah = Allah dilerse mü'minim.” demesine gerek
kalmadığını nazar-ı itibare aldılar.
Eş'arîler ve Şâfiîler ise, insanın ruhunun merkezine bağışlanan ve gizlenen, Allah Azze ve Celle'nin hidayeti olan iman değil, bilakis mü'minin kendi iradesiyle o imanı izhar etmesinin makbul olup olmayacağını, yani gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemediğini, daha doğrusu, bu armağanı ğaybedip edemeyeceğini bilmediğini nazar-ı itibare alarak “İnşâallah = Allah dilerse mü'minim.” demeye cevaz verdiler. Her ikisi de doğrudur.
[[2]] اَلفـِقْهُ زَرْعُ ابْنِ مَسْعُـودٍ وَعَلْقَمَةَ * حَصَّادُهُ ثُـمَّ ابْرَاهِيمُ دَوَّاسُ
نُعْمَــانُ طَــاحِـنُهُ يَعْقُـوبُ عَــاجِـنُهُ * مُحَمَّدٌ خَابِزٌ وَالاٰكِلُ اَلنَّاسُ
İbnu Mes'ûd, ilm-i fıkhı ekti. Hicrî 62'de vefat eden tâbi'lerin büyüklerinden, ibnu Mes'ûd'un mümessili, muhaddis, sofî, fakih ve müfessir Ebû Şibli Alkame bin Kays bin Abdullah bin Mâlik en-Nehaî el-Hemedânî biçti. Sonra Hicrî 95, 96'da vefat eden büyük zâhid, salih ve sofî Ebû İmrân İbrahim bin Yezîd bin Kays bin el-Esved en-Nehaî el-Kûfî harman edip dövdü, tashîh etti. Nu'mân Ebû Hanîfe öğüttü. Hicrî 182'de vefat eden Kâd-ul-Kuddât, fakih, muhaddis, müfessir Ebû Yûsuf Ya'kûb bin İbrahim hamuru yuğurdu. Hicrî 189'da vefat eden büyük fakih, muhaddis Ebû Abdullah Muhammed bin Hasen İbnu Ferkad eş-Şeybânî ekmek yaptı. Sâir insanlar da yemektedirler.
Sıfat-ı subûtiye, düşünülmesi müsbet, manaları müsbet; selbiye ise, manaları menfî demektir. Yahud selbî, manası müsbet ise zıddı menfî demektir.
Sıfat-ı subûtiye = müsbet sıfatlar da, sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye ve sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye olmak üzere iki kısımdır:
Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye yani var olmaları sebebiyle aynı sıfatla vasıflanan Zat da var olan;
1-Vücud; yani var olmak. Allah Teâlâ'nın varlığı, Kendi Zâtı'dır. Yani Zâtı'nın var olmasının, ğayra ihtiyacı yoktur, tam hayat sahibidir. Bu manayla, bu sıfata, nefsî sıfat denildi.
Mahlukun varlığı öyle değil, birçok şartlara bağlıdır.
2-Kıdem; yani mevcûd-u hakîkî olan Allah Teâlâ'nın ezelî, daha doğrusu başlangıcı düşünülemeyen olması..
3-Bekâ; dâimî ve ebedî olması..
4-Kıyâmun binefsih; Zât'ıyla var olup, başkasına asla muhtac olmaması. Bilakis başkası O'na muhtacdır.
5-Vahdâniyet; ikincisi olmayan ve birlerin içerisine girmeyen bir tek olması..
6-Muhâlefetun lilhavâdis; aklımıza, gözümüzün önüne, vehim ve hayalimize gelen tüm sûretlere muhalif, daha doğrusu benzersiz olmaklığı demektir.
Sıfat-ı Zâtiye-i i'tibâriye ise;
7-Hayat; diri olmak,
8-İlim; bilmek,
9-Semi'; işitmek,
10-Basar; görmek,
11-İrade; dilemek,
12-Kudret; güç sahibi olmak,
13-Kelam; konuşmak,
14-Tekvîn; mahluku var etmek ve belli bir nizama tâbi' tutarak yaşatmak ve yok etmek sıfatlarıdır.
Sıfat-ı subûtiye-i i'tibâriye'nin zıdlarına selbi sıfatlar denilir.
Eğer "selb", "fâil" manasında ise, sıfatın manası mu'teber; zıddı ğayri i'tibârîdir. Bu takdirde "Vücud ve sonraki beş sıfat" selbî, yani manasının zıddını geçersiz kılan sıfat olur.
Şayed "selb", "mef'ûl" manasında ise –ki İbrahim Hakkı'nın tercih ettiği yol da budur– bu takdirde "i'tibârî olmayan sıfatlar" selbî, yani manası menfî ve geçersiz kılınan sıfatlar'dır.
İbrahim Hakkı'nın, aşağıdaki beytlerde selbî sıfatlardan başlamasının sebebi, menfî sıfatların müsbet sıfatlardan önce olmasındandır. Kıymetli eşyanın konulacağı yer, her türlü lekelerden tahliyeyle hazırlanıp temizlendiği, sonra kıymetli eşya konulduğu gibi, zihin ve aklı önce, hayal ve vehmin darbesinden temizlemek gerekti. Bunun için Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah, öncelikle selbî sıfatlardan bahsedecek.
Binaenaleyh bunları selbetmeksizin Allah Teâlâ'ya inanmak, iman sayılmaz. "Âmentü Billah" deyişimizde Allah Teâlâ'nın Zât-ı Şerîfi'nin, cinsi, nev'i olmadığına, mesela «nasıl, ne kadar, nerde, nedir» kelimelerine cevab olmadığına, bu kelimelere cevab olabilecek şeyin tapınılmaya değer kazanmayacağına, müstehak olmayacağına, O Hak Ma'bûd'u bu tür vasıflardan yüceltmek, temizlemek gerektiğine inanmak gerekir. Sonra sıfat-ı subûtiye isnad etmek gerekir.