بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Ehli Sünnetin Temel İtikadları Manzumesinin Şerhi 1.Beyt

خُدَا رَبِّـمْ نَبِـمْ حَقَّا مُـحَمَّــدْدِرْ رَسُـولُ اللّٰهْ

هَمْ اِسْلاَمْ دِينِدِرْ دِينِمْ كِتَابِمْدِرْ كَلاَمُ اللّٰهْ

 Hudâ Rabb'im Nebim hakka Muhammeddir Rasûlullah

Hem İslam dînidir dînim kitâbımdır Kelâmullah

Hudâ Rabb'imdir. Peygamberim Muhammed Rasû­lullahtır. Dînim, İslam dînidir. Kitabım Allah'ın kelâ­mıdır.
            Bu beytte on bir mesele vardır:
             1-Kendisi'nde Rubûbiyeti yani var etmesi, ya­şatması, kemâle erdirmesi sıfatlarını hududlandıran Hudâ, Rabb'imdir.

             Hudâ, Allah Teâlâ'nın isimlerinden vad'î bir isim­dir. Yani «Allah» Lafza-i Celâl'inin karşılığı değil, «ya­ratan, yaşatan» manasında olup, اَلخَالِق = «El-Hâlık» ve اَلرَّب = «Er-Rabb» demek manasındadır.

             Her bir millet, Rubûbiyet ve Ulûhiyeti Kendi'nde toplayan Allah Teâlâ hakkında bir isim kullanmıştır. Şübhesiz Hudâ gibi deyimlerin, O'nun hakkında kul­lanılması bu itibarla caizdir. Ancak Lafzatullah'ın tam karşılığı değildir.

             2-Allah Teâlâ'ya inanmanın manası, O'nun Ru­bûbiyetini, Mâlikiyetini ve Hâkimiyetini kabul etmektir. Allah Teâlâ'nın Rubûbiyet ve Ulûhiyet sıfatlarını bilmeyenin imanı sûret-i kat'iyyede sahih değildir.

             3-Sadece Allah Teâlâ'ya inanmak kâfi değildir. O'nun insanlardan seçip göndermiş olduğu elçilerine ve elçilerinin de Kendisi'nden bildirdikleri hükümlerine inanılması da farzdır.

             4-Peygamber = Nebî ve rasullerin, insanlardan daha seçkin ve üstün olduklarına inanmak, peygamberlere iman etmenin şartıdır.

             Peygamber nedir?

             Peygamber, Allah Teâlâ'nın kendisini seçkin ve mahlukuna haber vermesi için yarattığı, sonra kendisine vasıtalı vasıtasız vahiy gönderdiği, yol gösteren üstün insandır.

             Aynı zamanda her insan, çevresinin, muhitinin, içinde yaşamış olduğu ailesinin, ana babasının, örf âdetlerin kelepçesinden kurtulamaz. Ne kadar bü­yük feylesof olursa olsun, bilim adamı olursa olsun, nihayet sayılan kelepçelerle kelepçelenmiş olur. İşte Allah Teâlâ peygamberleri bu kelepçeden kurtarmış olduğu halde yaratır.

             Demek Âdem ve Îsâ aleyhimesselâm müstesna olmak üzere biyoloji kaidelerinin dahilinde peygamberler doğuşta sair beşerden farklı olarak yani hiçbir şeyden müteessir olmaksızın kâmil doğarlar. Kâmil olmaları Allah tarafından bağıştır. Amma sair insan­ların keml bulması, çalışıp kazanmasıyladır.

             5-Kur'ân'ın var olmasının inkar edilmemesinden dolayı, kulların dünyevi ve uhrevi hayatlarının tanzimi için gönderilen kitabların hükümlerine inanıl­ması farzdır. Mesela, Kur'ân-ı Hakîm'e inanıp, hü­kümlerine inanmayanın imanı sahih olmaz.

             6-Kur'an da, Tevrat, İncil ve Zebur gibi Allah Te­âlâ'nın manevi kelâmına bağlı sözüdür.

             Allah'ın konuşması nasıldır?

             “Allah ve kelamı, sıfatları, isimleri hududsuz ol­duğu için, doğuşla ölüm arasında hududlu olan akıl onu idrak edemez. Sonsuz, nasılsızdır.” demekten başka denilemez.

             7- اَللّٰه  Allah..., اِلٰه  İlah... , رَبّ  Rabb... lafızlarının arasındaki fark meselesidir.

             «Allah» lafzı, ezelî, ebedî, kemal sıfatlarını ku­şatıcı hak Ma'bûd'un özel ismidir. Bu lafız, sadece Vâcib-ul-Vücûd olan Zât'a mahsustur. Özel isim olunca tercümelerde değişmeyi kabul etmez.

             Tercümelerde bu özel ismini tercümeye kalkı­şanlar, maatteessüf ilmî bir cinayet işlemektedirler. Mesela, ismi «Hüseyn» olan bir kimseden hangi dil ile bahsedilirse edilsin, «Hüseyn» denilmesi; hem mesela elektiriğin buluşuna ilk muvaffak olan «Edi­son»dan bahsedildiği zaman, hangi dille olursa olsun, «Edison» lafzının söylenmesi gerekir. «Hü­seyn, Edison» diğer dillere göre tercümeyle söylenil­diği zaman, aslâ özel isim olduğu anlaşılmaz.

             Şimdi cinayeti gördün mü?..

             Kulun ismini tercümelerde değiştirmezler, Vâ­cib-ul-Vücûd'un özel ismi olan «Allah» lafzını değiş­tirmeye kalkışarak cür'et ederler. İşte ilmî cinayet budur. Ve bilinmesi farz olan hususlardandır.

             Vâcib-ul-Vücud ne demektir?

             Vâcib-ul-Vücud, aklın yokluğunu düşünemediği, düşünse bile isbatlayamadığı benzersiz varlıktır, ki özel ismi «Allah»tır.

             Bunun zıddı «mümteniu-l-vücud»dur. Yani aklın varlığını düşünemediği ve kabul etmediği yahud dü­şünse bile isbatlayamadığı şeydir, yani olmayan şeydir.

             Bir de aklın, varlığını yokluğunu eşit düşünebil­diği, isbatladığı vücud = varlık vardır. Allah'tan başka her şeyin adı «mümkün-ül-vücud»dur. Binaenaleyh اَللّٰهُ “Allah” diyen: “Yaratıcı olan Vâcib-ul-Vücûd, hak Ma'bûd'um, ezelîdir, ebedîdir; var etme, yok etme sıfatlarını Kendisi'nde hasretmiş ve selbî sıfatlardan münezzehtir.” demek ister.

             Ezel, ebed ne demektir?

             Ezel, başlangıcı düşünülemeyen, ebed, sonu düşünülemeyendir. Geçmiş zamanı saysan, sayının son bulduğu nokta ezeldir, sayısız demektir. Ebed, şimdiden sonrasını sayarsan, sayının bittiği nokta ebed = sonsuz olur. Ezel, ebed kavramı, insanın vehminden çıkan bir i'tibârî faraziyedir. Aslında baş­langıçsız ve sonsuz, sayı ve zamana sığmaz, demektir.

             Hâsılı, اَللّٰهُ “Allah” lafzı, ezelî ve ebedî olan Var­lığa mahsus, özel bir isimdir. Bu lafız, O'ndan baş­kası hakkında kullanılmaz. Ve dediğimiz gibi tercü­melerde değiştirilemez.

             Arabcada ma'rife olan اَلاِلٰهُ «el-İlah» lafzına hilafla, nekre olarak اِلٰهٌ "İlah" kelimesi, hak olsun bâtıl olsun, küllî bir mefhumun = cinsin ismi olup bu itibarla “Hak olsun bâtıl olsun, ciddî bir sûrette insanın kendisinden korktuğu yahud aşırı derecede sevdiği o şey kendisine ilah = tapınak olur.” demektir. Örfen de böyledir. Bir kızın âşığı için: “Filan filana tapıyor = seviyor.”; esir alana zilletini izhar eden esir için: “Esir taptı, taparcasına korktu.” denilir.

             Bilahare «ilah» lafzı, tapılması hak ve gerçek olan Vâcib-ul-Vücûd hakkında da kullanılmıştır. Bunun için şahadet kelimesinde, «ilah» lafzı menfî, «Allah» lafzı ise müsbet olarak kullanılmıştır. «İlah»ın mana­sı: “Kendisinden korkulmaya müstehak ve lâyık ve zâtından dolayı sevilen ma'bûd” demektir.

             Sevgi ve korku kendisine yönelene nasıl tapılır?

             İnsanda vehim var, akıl var. Vehim ğalebe çalarsa, aleyhinde olan her şeyden korkar, esir gibi; lehinde olan her şeyi sever, tapar, âşık gibi.

             Mesela psikoloji olarak; teneşirde hareket yok, kıpırdamak yok, saldırmak yok ama insan karanlıkta teneşirin yanında bulunsa, kalkacağını, hareket ede­ceğini, saldıracağını düşünür, vehmeder.

             Hayalî düşüncesi = vehmi sebebiyle düşünülen teneşir, düşünen kimsenin korkusundan dolayı, gö­zünün titreyişi nisbetinde hareket eder.

             Psikoloji olarak; vehme kapılan, hareketin, kıpır­datmanın kendi gözünde olduğunu bilemediği için teneşirden zanneder, ondan korkar. Aklı kullansay­dı, “Tahta tahtadır, ahta = at olamaz.” diye hüküm edecekti ve korkmayacaktı.

             Mesela i'tikâdî olarak da; yine yolda gidersin, çoban köpeğine rastlarsın, köpeğin mikrobundan, ısırışından korkarsın; tesirine inanarak aklında, ha­yalinde canlandırırsın. Ya korktuğun için köpeğe sal­dırırsın, ya âciz kalacağın için kaçarsın. Bu hayalî, vahîm i'tikadından dolayı haliyle köpek sana ğalebe çalar, halinle köpeğe taparcasına korkarsın. Köpek yerine zulmünden korkulan bir hükümdarı düşün­sen, tapınmanın sûretini korkanda görürsün.

             Yolcunun kuvvetli bir inanç üzere aklı olsaydı, çobanı çağırırdı; çoban köpeğe «Oşta!» derdi; kö­pek de saldırmazdı. Korkusu da haliyle zeval bulurdu.

             İnsan çepeçevre sebebler içerisinde doğup bü­yüdüğü, yaşadığı ve tekrar tekrar alıştığı için, aleyhine lehine gelen tüm sebeblerin, birer köpekler gibi olduğunu bilmekten âciz kalır.

             Eğer kesin bir i'tikadla, sebebleri yürütenin, ya­ratanın, idare edenin Allah Teâlâ olduğunu ve sebeblerin saldırmaları yahud faide vermelerinin dahi Allah'ın hükmü olduğunu ve Allah'ın güçlü olduğunu, her şeyden haberdar olduğunu bilmiş olsaydı, bir kere «Allahu Ekber» derdi; Allah Teâlâ da köpek olan cin ve şeytanlara «Oşta!» derdi ve yolcu yoluna rahatlıkla devam eder ve yolda kalmazdı. Şayed «Oşta!» demeseydi bile, yani hükmünü geriye çevirmeseydi bile, elbette sabr-u tahammül verirdi. Böylece sebeblerin tesiri bertaraf olurdu.

             Şuna inanmalıyız: “Aleyhimde lehimde gelen, avcılarım, avım, hepsi benim gibidir, Allah'a muh­tacdır. O halde O'nu severim, beni sevsin; O'ndan korkarım, beni korusun.” Bu inanç, akılda yerleşti mi, insan vehmin her türlü darbelerinden kurtulur, hiçbir şeyden korkmaz olur.

             Allah Teâlâ'nın azametini = ululuğunu = Zâtı'nı = Kendisi'ni sebeblerin perdesi arkasına gizlediğine inanan, en azında intihar etmekten, yüzde doksan dokuz cinnin, şeytanın yahud sevginin, korkunun ğalebe çalmasından dolayı olacak sar'adan kurtulur. Bunun için büyüklerimiz: مَنْ اٰمَنَ بِالقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الكَدَرِ “Allah'ın hükmüne inanan, sar'a ve intihara sirâyet eden kederden emin olur, korunur.” demişlerdir.

             Allah Teâlâ Zâtı'nı niçin sebeblerin ötesine giz­lemiştir?

             Öyle ya, gizlemeseydi, küfre de, imana da, imtihan etmeye de imkan kalmazdı. Yarattığı insanı, “Ben'den mi korkar, köpeklerimden mi korkar” diye imtihan için Zâtı'nı gizledi. Biz imtihandayız.

             O gizli Zâtı'na "Allah" lafzını tayin etmiştir. Bu takdirde "Allah" lafzı; kemal sıfatlarını, Esmâu-l-Hüs­nâyı, Tekvîn sıfatını, ezeliyet ve ebediyet manasını kuşatmıştır, zira hepsinin ismidir. Onun için her işin başlangıcında بِسْمِ اللّٰهِ «Allah'ın adıyla başlarım.” yahud “okurum” yahud “giderim” yahud “yürürüm” yahud “kalkıp düşerim”... deyin, diye emretmiştir.

             اَلرَّبُّ = «Er-Rabb»; sahib, ıslah edici, üstün reis, hükümdar, tedbirci, kemâle erdirici ve ma'bûd = tapılmaya değer manasındadır. Hakîkat itibariyle "ilah" manasındadır. Bu takdirde rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.

             Lüğat olarak «Rabb» kelimesi, Vâcib-ul-Vü­cûd'un ğayri hakkında yani herhangi bir mahluka kullanıldığı takdirde, ancak nekre ve izafe ile kulla­nılır; rabb-ul -beyti = ev sahibi, rabb-ul-beledi = beldenin ulusu gibi..

             En geniş kapsamıyla Rabb olmakla isimlendirilen, hakîkî tasarruf, var etmek, yok etmek, tedbir etmek, yaşatmak, hâkim olmak sıfatlarını kuşattığı için, ulûhiyeti = kendisine tapılmayı gerektirmektedir. Onun için yukarıda «Rabb olan, ilah... ilah olan, rabb'dir.» dedik.

             اَلرَّبُّ = «Er-Rabbu» diye Rabb kelimesi, izafesiz ve ma'rife olarak sadece "Allah" hakkında kullanılır; اَلاِلٰهُ = «El-İlah» gibi.

             Allah Teâlâ'nın Esmâu-l-Hüsnâsı'nın hepsi ma'­rife olarak kullanılır, nekre kullanılmaz. Böylece kul hakkında kullanılabilen bir deyim, Esmâu-l-Hüsnâ olarak kullanılmaz. Nitekim sadece "rabb-us-semâi" denilmez. Rabb, izafesiz olarak da dua ve yalvarışta kullanılır; "Yâ Rabb" gibi. Çünkü çağrılmasıyla ma'ri­fe olur = tanıtılmış olur.

              لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ= «Lâ ilâhe illallah»ın manası nedir?

             “Allah'tan başka gerçekte kendisinden korkulan ve sevilen, dolayısıyla kendisine tapılan hiçbir rabb ve ilah = tapınak yoktur.” demektir.

             8-Tevhîd-i Rubûbiyet nedir?

                Tevhîd-i Ulûhiyet nedir?

             Her mü'minin "Lâ ilâhe İllallah" dediğinde, اَلاِلٰـهُ «El-İlah» yahud اِلٰهٌ «ilah», اَلرَّبُّ «Er-Rabbu» ve اَللّٰهُ «Allah» lafzı olmak üzere bu üç kelimenin gerçek manasını bilmesi farzdır. İş böyle olunca, Tevhîd-i Rubûbiyet, var etme, yaşatma nimetlerini bağışla­masından dolayı, tapılmaya değer kazanan ve lâyık olan Rabb'in = Zât'ın hakîkî tasarrufu, var etmesi, yok etmesi, tedbir etmesi, yaşatması, hâkim olma­sıyla tekleşmesine; Tevhîd-i Ulûhiyet ise, bu sebeb­le tapılan Zât'ın, Ma'bûd'un, Esmâi-l-Hüsnâsı'yla = güzel isimleriyle, tapılmasıyla tekleşmesine inanmak demektir.

             Diğer ifadeyle “Şu kainatı yaratan, bir kısmını av gibi, bir kısmını avcı gibi yapan, yarattığına rızkını veren, avı avcısına ilhamla = iç doğuşla tanıtan, Rabb'dir; Bir Tek'tir.” diye inanmak, yani bunun doğ­ruluğuna hüküm etmek, Tevhîd-i Rubûbiyet'tir.

             Aynı zamanda Tevhîd-i Rubûbiyet dolayısıyla, yani yaratıcı, yürütücü, öldürücü, kurtarıcı olduğu için sadece Kendisi'ne tapmak, namazla, oruçla, ze­katla saygı göstermek de Tevhîd-i Ulûhiyet'tir. Hâ­sılı, tek Rabb'e inanmak, Tevhîd-i Rubûbiyet; aynı zamanda Kendisi'ne tapmak, Tevhîd-i Ulûhiyet'tir; birbirinden ayrılmaz. «Allah» lafzı, iki Tevhîdin ma­nasını kapsayan özel isimdir.

             9-“Hudâ” kelimesiyle akideye başlarken Şeyh İbrahim Hakkı, Tevhîd-i Ulûhiyete; “Rabb'imdir” de­yişiyle de Tevhîd-i Rubûbiyete ve aynı zamanda Es­mâi-l-Hüsnâ'dan اَلرَّبُّ «Er-Rabbu» kelimesinin kullara sığınak oluşuna işaret etti. Yani kul: “Ya Rabbî!” dediği zaman, imanı, ihlası ve net söylemesi nisbe­tinde deyişi kalıplaşır, parlar, yükselir, kabul dergâ­hına varır, Allah Teâlâ: “Kulum, Zâtım'ı kendine sığı­nak etti.” diye kabul eder ise, اَلبَرُّ «El-Berru» ismiyle = bütün ihsan ve lütfuyla kulunu kucaklarcasına korumasıyla tecelli eder, tasarruf eder. Şeyh İbrahim Hakkı rahimehullah, kulun «Ya Rabb!» deyişinin, lutuf ve ihsan kapılarının açılışı olduğunu öğretti.

            10-İslam lafzının bilinmesidir. İslam, lüğatte: “Zâ­hirde azalarla boyun eğmektir; beraberinde iman ol­sun, olmasın.”

            Şeriatte ise, iki sûrette kullanılmıştır:

            1-Lüğat manasında,

            2-Istılâhî manasında. Yani içtenlikle boyun eğ­mek, yaratanın emr ve yasaklarına teslim olmaktır. Hanefîlerin hepsi, ehli hadis ve Mu'tezilenin ittifakıy­la; iman ve islam, ikisi, birdir. Nitekim bu mesele müstakil olarak gelecektir. Yani kalben, aklen, gizlide dahi inandığı için boyun eğmeye iman, bedenen fiile geçirmeye de islam denilir. Mesela namazın farz olduğuna şübheden ârî inanmak, iman; bilfiil kılmak, islamdır.

            11. mesele, «din» kelimesinin bilinmesidir. «Din, insanı yaratılışının hakîkatinden haberdar eden, Allah tarafından kullara sevkedilmiş bir kanundur.» Gerçek şu ki, peygamberlerin Allah Teâlâ tarafından insanlara getirmiş oldukları İlâhî kanun; zabtolunup yazılmak itibariyle millet, âdet gibi tatbik olunduğu ve tatbik de haliyle makbul görüldüğü cihetle din, gizli ve aşikârede ona boyun eğildiği için yani inki­yaddan dolayı İslam, kalben tasdîk olduğu itibarla iman ve itikad, ayrıca kanun olarak milletin ittifakıyla makbul görüldüğü, kâfi inanıldığı cihetle şeriat kelimeleriyle ifade olunur ve tarif edilir = diye tanıtılır. Bir sonraki beytte izahı gelir.

            Din, bizim nereden geldiğimiz, nereye gidece­ğimiz, ne yapacağımızdan bizi haberdar eder.

            Din olarak iman etmenin başlangıcı, Allah Teâlâ'ya, elçilerine, kitablarına ve meleklerine inanmaktır. Burada imanın dört rüknü tamamlanmıştır. Beşincisi, ahiret gününe inanmaktır, gelecektir.

بِــزِمْ پَـيـَمْـبَـرِكْ اَحْكَـامِـى شَرْعِى اُويْـلَه بَـاقِــيـدِرْ

كِه اَهْلِ مَحْشَرِى بُو شَرْعِلَه فَصْل اِيدَه جَكْ اَللّٰهْ

«Bizim Peygamber'in = Peyamber'in ahkâm-ı şer'î öy­le bâkîdir

Ki ehli mahşeri bu şeri'le fasledecek Allah»

            Bu beytin şerhinde dînin tarifi gelecektir.

            İslamın rükünleri ise, İbrahim Hakkı rahime­hullah, «Akîdet-ul-Îman» adlı risâlesinde, aziz evlad­lara öğretmek için soru cevab olarak şöyle diyor:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

            Ezelden ebede kadar kimden, nerede, ne gibi güzele mukabil güzel övgüler oldu ise cümlesi, mutlak hüküm ve hâkimiyet sahibi, insanın aklına ve gö­zönüne gelen tüm sûretlerden münezzeh, âlî, اَلقُدُّوس = «El-Kuddûs», Rubûbiyet ve Ulûhiyeti'ne yakışmayan her türlü vasıftan pak, اَلسَّلاَم «Es-Selâm» olan Allah Teâlâ'ya mahsustur. Zira O bizi lutf-u keremiyle insan olarak şerefli yarattı, iman ve İslam nimetiyle aziz kıldı.

             Allah Teâlâ'nın bütün rahmetleri, bütün eminlikleri, mahlukunun efendisi ve ulusu, büyük himmetler sahibi Muhammed'in üzerinde olsun. Şerefli ashab ve âlinin üzerinde olsun. Ve bu rahmet, gece gündüzün devam ettiği, insanlar kabirlerinden kalkıp mahşere kıyam ettiği zamana kadar devam etsin.

             Bundan sonra hakîkî fakir İbrahim Hakkı el-fakî­rî = şeyhi İsmail Fakîrullah'ın mensubu diyor ki: EY AZİZ EVLADIM!

             Denilse ki: İslamın rükünleri kaçtır?

             De ki: 1-Allah Teâlâ'dan başka Hak Ma'bûd olmadığına şahadet etmemle birlikte Muhammed sal­lallâhu aleyhi ve sellem'in de O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet etmemdir.

             2-Beş vakit namazı yerli yerinde ta'dîl-i erkanla devamlı kılmamdır.

             3-Ramazan orucunu tutmamdır. Yani niyetle bir­likte fecrin doğuşuyla güneşin batışına kadar, yemek, içmekten, cinsî münasebetlerden, orucu bozan her türlü müfsidlerden sakınmamdır.

             4-Zekatı müstehaklarına vermemdir. Zekat da, nisaba giren mallarımdan belli bir cüz'ü Kur'an'da belirlenen sınıflarına mülk ettirmemdir.

             5-Güç bulunması, yolun da selâmetli olması şartıyla haccetmemdir.

             İslam'la mükellef olmanın şartı, akıl, erginlik ça­ğına ulaşmak, İslam Dîni'nden haberdar olunması ve imkan derecesinde yapmak gücüdür.