بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Dini ve İLmi ARAştırmalar Merkezi

Mİ'RÂC HAKTIR 42.Beytin Şerhi

Mİ'RÂC HAKTIR

وَ مِعْـــرَاجِ نَبِى حَــقْــدِرْ اَكَا شَـخْصِيلَه مُـخْـتَصْـــدِرْ

چِيقُوبْ فَوْقَ اْلعُلاَيَه حَقِّى گُورْمِشْدِرْ حَبـِيـبُ اللّٰهْ

Ve mi'râc-ı Nebî hakdır Ana şahsıyla muhtasdır

Çıkıb fevk-al-ulâya Hakk'ı görmüşdür Habîbullah

Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in mi'râcı hak ve doğrudur; Onun şahsına hastır. Habîbullah en yüksek mevkiye ruh ve cesedle çıkmış ve orada Hakk Teâlâ'yı görmüştür.

            Katâde, Enes ve birçok ashab radıyallahu Teâlâ anhum'un hadislerinden, Buhârî, Müslim, Neseî ve daha birçok hadis imamlarının ittifakla tahric ettikleri bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bizâtihi mi'râcını şöyle tarif etmektedir:

بَيْنَمَا اَنَا فِى الحَطِيمِ - وَرُبَّمَا قَالَ: فِى الحِجْرِ- مُضْطَجِعًا اِذْ اَتَانِى اٰتٍ فَشَقَّ مَا بَيْنَ هٰذِهِ اِلَى هٰذِهِ - يَعْنِى: مِنْ ثُغْرَةِ نَحْرِهِ اِلَى شِعْرَتِهِ - فَاسْتَخْرَجَ قَلْبِى ثُمَّ اُتِيتُ بِطَسْتٍ مِنْ ذَهَبٍ مَمْلُوءٍ اِيمَانًا فَغُسِلَ قَلْبِى ثُمَّ حُشِىَ ثُمَّ اُعِيدَ - وَفِى رِوَايَةٍ ثُمَّ غُسِلَ البَطْنُ بِمَاءِ زَمْزَمَ ثُمَّ مُلِئَ اِيمَانًا وَحِكْمَةً - ثُمَّ اُتِيتُ بِدَاٰبَّةٍ دُونَ البَغَلِ وَفَوْقَ الحِمَارِ اَبْيَضَ يَضَعُ خَطْوَهُ عِنْدَ اَقْصَى طَرْفِهِ فَحُمِلْتُ عَلَيْهِ فَانْطَلَقَ بِى جِبْرِيلُ حَتَّى اَتَى السَّمَاءَ الدُّنْيَا فَاسْتَفْتَحَ قِيلَ مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فَنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَفُتِحَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ فَاِذًا فِيهَا اٰدَمُ، فَقَالَ: هٰذَا اَبُوكَ اٰدَمُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ السَّلاَمَ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاِبْنِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ. ثُمَّ صَعِدَ بِى حَتَّى اَتَى السَّمَاءَ الثَّانِيَةَ، فَاسْتَفْتَحَ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَال: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فَنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَفُتِحَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ اِذًا يَحْيَى وَعِيسَى، وَهُمَا ابْنَا خَالَةٍ، قَالَ: هٰذَا يَحْيَى وَعِيسَى فَسَلِّمْ عَلَيْهِمَا، فَسَلَّمْتُ، فَرَدَّا ثُمَّ قَالاَ: مَرْحَبًا بِالاَخِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ. ثُمَّ صَعِدَ بِى اِلَى السَّمَاءِ الثَّالِثَةِ، فَاسْتَفْتَحَ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ، قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فَنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَفُتِحَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ اِذًا يُوسُفُ، قَالَ: هٰذَا يُوسُفُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاَخِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ ثُمَّ صَعِدَ بِى حَتَّى اَتَى السَّمَاءَ الرَّابِعَةَ، فَاسْتَفْتَحَ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ، قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فِنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَفُتِحَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ فَاِذًا اِدْرِيسُ، قَالَ: هٰذَا اِدْرِيسُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاَخِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ ثُمَّ صَعِدَ بِى حَتَّى اَتَى السَّمَاءَ الخَامِسَةَ فَاسْتَفْتَحَ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ، قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فِنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ فَاِذًا هَارُونُ، قَالَ: هٰذَا هَارُونُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاَخِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ ثُمَّ صَعِدَ بِى حَتَّى اَتَى السَّمَاءَ السَّادِسَةَ، فَاسْتَفْتَحَ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ، قِيلَ: وَقَدْ اُرْسِلَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فِنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ فَاِذًا مُوسَى، قَالَ: هٰذَا مُوسَى فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاَخِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ، فَلَمَّا تَجَاوَزْتُ بَكَى، قَيلَ لَهُ مَا يُبْكِيكَ؟ قَالَ: اَبْكِى ِلاَنَّ غُلاَمًا بُعِثَ بَعْدِى يَدْخُلُ الجَنَّةَ مِنْ اُمَّتِهِ اَكْثَرُ مِمَّنْ يَدْخُلُهَا مِنْ اُمَّتِى. ثُمَّ صَعِدَ بِى اِلَى السَّمَاءِ السَّابِعَةِ، فَاسْتَفْتَحَ جِبْرِيلُ، قِيلَ: مَنْ هٰذَا؟ قَالَ: جِبْرِيلُ، قِيلَ: وَمَنْ مَعَكَ؟ قَالَ: مُحَمَّدٌ، قِيلَ: وَقَدْ بُعِثَ اِلَيْهِ؟ قَالَ: نَعَمْ، قِيلَ: مَرْحَبًا بِهِ فَنِعْمَ المَجِىءُ جَاءَ، فَلَمَّا خَلَصْتُ فَاِذًا اِبْرَاهِيمُ، قَالَ: هٰذَا اَبُوكَ اِبْرَاهِيمُ فَسَلِّمْ عَلَيْهِ، فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ، فَرَدَّ السَّلاَمَ ثُمَّ قَالَ: مَرْحَبًا بِالاِبْنِ الصَّالِحِ وَالنَّبِىِّ الصَّالِحِ ثُمَّ رُفِعْتُ اِلَى سِدْرَةِ المُنْتَهَى فَاِذًا نَبِقُهَا مِثْلُ قِلاَلِ هَجَرَ، وَاِذًا وَرَقُهَا مِثْلُ اٰذَانِ الفِيَلَةِ، قَالَ: هٰذَا سِدْرَةُ المُنْتَهَى، فَاِذًا اَرْبَعَةُ اَنْهَارٍ: نَهْرَانِ بَاطِنَانِ، وَنَهْرَانِ ظَاهِرَانِ، قُلْتُ: مَا هٰذَانِ يَا جِبْرِيلُ؟ قَالَ: اَمَّا البَاطِنَانِ فَنَهْرَانِ فِى الجَنَّةِ، وَاَمَّا الظَّاهِرَانِ فَالنِّيلُ وَالفُرَاتُ ثُمَّ رُفِعَ لِىَ البَيْتُ المَعْمُورُ ثُمَّ اُتِيتُ بِاِنَاءٍ مِنْ خَمْرٍ وَاِنَاءٍ مِنْ لَبَنٍ وَاِنَاءٍ مِنْ عَسَلٍ، فَاَخَذْتُ اللَّبَنَ، فَقَالَ: هِىَ الفِطْرَةُ الَّتِى اَنْتَ عَلَيْهَا وَاُمَّتُكَ ثُمَّ فُرِضَتْ عَلَىَّ الصَّلاَةُ خَمْسِينَ صَلاَةً كُلَّ يَوْمٍ، فَرَجَعْتُ فَمَرَرْتُ عَلَى مُوسَى فَقَالَ: بِمَ اُمِرْتَ؟ قُلْتُ: اُمِرْتُ بِخَمْسِينَ صَلاَةً كُلَّ يَوْمٍ، قَالَ: اِنَّ اُمَّتَكَ لاَ تَسْتَطِيعُ خَمْسِينَ صَلاَةً كُلَّ يَوْمٍ، وَاِنِّى وَاللّٰهِ قَدْ جَرَّبْتُ النَّاسَ قَبْلَكَ وَعَالَجْتُ بَنِى اِسْرَائِيلَ اَشَدَّ المُعَالَجَةِ، فَارْجِعْ اِلَى رَبِّكَ فَسَلْهُ التَّخْفِيفَ لِاُمَّتِكَ، فَرَجَعْتُ، فَوَضَعَ عَنِّى عَشْرًا، فَرجَعْتُ اِلَى مُوسَى فَقَالَ مِثْلَهُ، فَرَجَعْتُ فَوَضَعَ عَنِّى عَشْرًا، فَرَجَعْتُ اِلَى مُوسَى فَقَالَ مِثْلَهُ، فَرَجَعْتُ فَوَضَعَ عَنِّى عَشْرًا، فَرَجَعْتُ اِلَى مُوسَى فَقَالَ مِثْلَهُ، فَرَجَعْتُ فَاُمِرْتُ بِعَشْرِ صَلَوَاتٍ كُلَّ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ، فَرَجَعْتُ اِلَى مُوسَى فَقَالَ مِثْلَهُ، فَرَجَعْتُ فَاُمِرْتُ بِخَمْسِ صَلَوَاتٍ كُلَّ يَوْمٍ، فَرَجَعْتُ اِلَى مُوسَى فَقَال: بِمَ اُمِرْتَ؟ قَلْتُ: اُمِرْتُ بِخَمْسِ صَلَوَاتٍ كُلَّ يَوْمٍ، قَالَ اِنَّ اُمَّتَكَ لاَ تَسْتَطِيعُ خَمْسَ صَلَوَاتٍ كُلَّ يَوْمٍ واِنِّى قَدْ جَرَّبْتُ النَّاسَ قَبْلَكَ وَعَالَجْتُ بَنِى اِسْرَائِيلَ اَشَدَّ المُعَالَجَةَ، فَارْجِعْ اِلَى رَبِّكَ فَسَلْهُ التَّخْفِيفَ لِاُمَّتِكَ، قَالَ: قُلْتُ سَئَلْتُ رَبِّى حَتَّى اسْتَحْيَيْتُ وَلٰكِنِّى اَرْضَى وَاُسَلِّمُ. قَالَ: فَلَمَّا جَاوَزْتُ نَادَى مُنَادٍ: اَمْضَيْتُ فَرِيضَتِى وَخَفَّفْتُ عَنْ عِبَادِى

            Ben hatimde (yahud: hicrde dedi.) yatıyordum. Ansız bir gelen Bana geldi. Şuradan şuraya kadar yardı. –Yani gırtlağın altındaki çukurdan göbek altına kadar.– Kalbim çıkartıldı. Sonra altından bir leğen getirildi. İmanla doluydu. Kalbim yıkandı; ilim ve hikmetle dolduruldu; sonra yerine iade edildi.”[[1]] Ha­dîsin başka bir gelişinde: “Sonra karnım zemzem su­yuyla yıkandı; sonra iman ve hikmetle dolduruldu.– Sonra bir hayvan getirildi; katırdan ufak, merkebden büyüktü; beyaz idi; gözünün gördüğü son noktayı bir adımla adımlardı. Üzerine taşındım. Cibrîl de Benimle beraber geldi. Birinci semâya kadar geldi; semânın kapısının açılması için me'mûrundan açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cibrîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Bunun üzerine açıldı. Açılan yerden geçince, ne bakayım orada Âdem. Cibrîl: Bu Senin baban Âdem'dir; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba salih oğluma ve salih nebîye, dedi. Sonra Benimle ikinci semâya yük­seldi; açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cib­rîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi? denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Bunun üzerine açıldı. Ben oradan geçince, ne bakayım Yahyâ ve Îsâ. –Onlar teyze oğullarıdırlar.– Cibrîl: Bu Yahyâ ve Îsâ'dır; kendilerine selam ver, dedi. Selam verdim; sela­mımı aldıktan sonra: Merhaba salih kardeşe ve salih nebîye, dediler. Sonra Benimle üçüncü semâya yük­seldi; açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cib­rîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Bunun üzerine açıldı. Ben oradan geçince, ne bakayım Yûsuf. Cibrîl: Bu Yûsuf'tur; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba salih kardeşe ve salih nebîye, dedi. Sonra Cibrîl Benimle yükseldi. Tâ dördüncü semâya geldi; açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cibrîl: Cibrîl, dedi. “Seninle be­raber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Bunun üzerine açıldı. Ondan geçince, ne ba­kayım İdris. Cibrîl: Bu İdris'tir; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba salih kardeşe ve salih nebîye, dedi. Sonra Cibrîl Benimle beşinci semâya kadar yükseldi. Açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cibrîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne gü­zeldir gelen, denildi. Ondan geçince ne bakayım Hâ­run. Cibrîl: Bu Hârun'dur; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba sa­lih kardeşe ve salih nebîye, dedi. Sonra Cibrîl Benimle altıncı semâya kadar yükseldi; açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cibrîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Gerçekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Ondan geçince, ne bakayım Mûsâ. Cibrîl: Bu Mûsâ'dır; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba salih kardeşe ve salih nebîye, dedi. Ben ondan geçince ağladı. Kendisine: “Seni ağlatan nedir ki?” denildi. Mûsâ: Beni ağ­latan şu: Bir oğlan benden sonra gönderildi. Onun ümmetinden cennete girenler, ümmetimden cennete girenlerden fazladırlar, dedi. Sonra Benimle Cibrîl, yedinci semâya yükseldi; açılmasını taleb etti. “Kimdir bu?” denildi. Cibrîl: Cibrîl, dedi. “Seninle beraber kimdir?” denildi. Cibrîl: Muhammed'dir, dedi. “Ger­çekte Ona risâlet gönderildi mi?” denildi. Cibrîl: Evet, dedi. Ona merhaba. Geldi. Ne güzeldir gelen, denildi. Ondan geçince ne bakayım İbrahim. Cibrîl: Bu baban İbrahim'dir; kendisine selam ver, dedi. Selam verdim; selamımı aldıktan sonra: Merhaba salih oğluma, salih nebîye, dedi. Sonra Sidret-ul-Müntehâ denilen yere kaldırıldım. Ne bakayım, salkımları, büyüklüğünde he­cer testileri gibidir. Yaprakları fil kulakları gibiydi. Cibrîl: Bu Sidret-ul-Müntehâ'dır, dedi. Ne bakayım dört nehir. İki tanesi bâtın; iki tanesi zâhirdir. “Şu ikisi nedir ey Cibrîl?” dedim. Amma o iki gizli nehir; cennetteki nehirlerdir. Amma zâhir olan nehirler, Nil ve Fırat nehirleridir, dedi.[[2]] Sonra Beyt-ul-ma'mûr Bana yükseltildi. Sonra şaraptan bir kap, sütten bir kap, baldan bir kap Bana getirildi. Ben sütü aldım. Cibrîl: Bu Senin ve ümmetinin üzerinde yaratılmış olduğu fıtrattır, dedi. Sonra üzerime her günde elli vakit namaz farz oldu. Döndüm, Mûsâ'ya uğradım. Mûsâ: “Ne ile emrolundun?” dedi. Dedim: Her bir günde elli vakit namazla. Mûsâ: Ümmetin her günde elli vakit namaza güç yetiremez. Vallâhi gerçekte ben Senden önce insanları çok tecrübe ettim; en şiddetli zorluğa katlanarak İsrâil oğullarıyla belaya tutuldum. Rabb'i­ne dön; ümmetin için hafifletmesini taleb et, dedi. Bunun üzerine Ben de döndüm; on vakit Benden kaldırıldı. Mûsâ'ya döndüm. Mûsâ, önceki gibi dedi. Tekrar döndüm; yine on vakit kaldırıldı. Mûsâ'ya dön­düm; Mûsâ yine öyle dedi. Yine döndüm; on vakit daha kaldırıldı. Ve Mûsâ'ya döndüm; yine öyle dedi. Tekrar döndüm; her bir gece ve gündüzde on vakitle emrolundum. Mûsâ'ya dönünce, yine öyle söyledi. Tekrar döndüm; her bir günde beş vakitle emrolundum. Yine Mûsâ'ya döndüm: “Neyle emrolundun?” dedi. Kendisine: Her günde beş vakit namazla emrolundum, deyince: Senin ümmetin her günde beş vakit namaza güç yetiremez. Gerçekte ben Senden önce İsrâil oğullarını tecrübe ettim; en şiddetli zorluğa katlanarak İsrâil oğullarıyla belaya tutuldum. Uzun süre İsrâil oğullarıyla düşüp kalktım, kendilerine öğüt ve nasihatlerde bulundum; dinlemediler. Rabb'ine dön, ümmetin için tahfîfi dile, dedi. Ben Rabb'imden dileye dileye artık utandım. Lâkin Ben buna rıza gösterdim; ve teslim ederim, dedim. Mûsâ'dan geçince, bir münâdî nidâ etti: Farzlarımı hüküm ettim. Kullarımdan tahfif ettim.”
            Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in Mûsâ aleyhisselam'la istişâre etmesi ve on kere dönüp na­mazın tahfîfinin ricasında bulunması, Mûsâ aleyhis­selâm'ın daha büyük olmasına delâlet etmez. As­lında Teâlâ Zül'Celal Hazretleri, namazın ehemmi­yetini bildirmek için bu sûretle hâdiseyi Mûsâ ile Peygamberimiz aleyhimessalâtu vesselam arasında cereyan ettirdi.
            Bu hâdisede, ayrıca belanın vukuu anında kişi­nin, ne kadar yüce olursa olsun, ğayrinin vasıtasıyla Allah Azze ve Celle'ye müracaat etmesi ve ğayriyle istişare etmesinin usûlü, enbiya ve evliyânın vasıta kılınması, rızk ve yardım yani düşmanlara ğâlib olmak için dahi vesileye başvurulduğu halde son son Allah Azze ve Celle'nin emrlerine teslim olunması ve hükmüne razı olma keyfiyeti öğretilmiştir.

            Başka hadislerden anlaşıldığı üzere Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'in Burakı'na taşınması, normal bir insanın hayvana binişi gibi değildir. Ve ni­tekim Deylemî, İmam Ahmed ve Beyhakî'nin tahric ettikleri, Enes bin Mâlik radıyallahu anhu'dan gelen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:بَيْنَا اَنَا جَالِسٌ اِذْ جَاءَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ فَوَكَزَ بَيْنَ كَتْفَىَّ فَقُمْتُ اِلَى شَجَرَةٍ فِيهَا مِثْلُ وَكْرَىِ الطَّيْرِ فَقَعَدَ جِبْرِيلُ فِى اَحَدِهِمَا وَقَعَدْتُ فِى الاٰخَرِ فَسَمَتْ وَارْتَفَعَتْ حَتَّى سَدَّتِ الخَافَقَيْنِ وَاَنَا اُقَلِّبُ طَرْفِى فَلَوْ شِئْتُ اَنْ اَمَسَّ السَّمَاءَ لَمَسَسْتُ فَالْتَفَتَ اِلَىَّ جِبْرِيلُ فَاِذًا هُوَ كَاَنَّهُ حِلْسٌ فَعَرَفْتُ فَضْلَ عِلْمِهِ بِاللّٰهِ عَلَىَّ فَفُتِحَ لِى بَابٌ مِنْ اَبْوَابِ السَّمَاءِ وَرَاَيْتُ النُّورَ الاَعْظَمَ وَاِذًا دُونِى حِجَابُ رَفْرَفِ الدُّرِّ وَالْيَاقُوتِ فَاُوحِىَ اِلَىَّ مَا شَاءَ اَنْ يُوحَى “Bir vakit oturmuş­tum; ne bakayım Cibrîl gelerek iki omzumun arasına dokundu. Bir ağaca doğru kalktım. Orada kuşun iki yuvasının benzeri vardı. Cibril birisinde oturdu, Ben de diğerinde oturdum. Ve hemen iki ufuğa doğruldu = gitti. Ben de gözlerimi sağa sola çevirirdim. Göğe el­lemek isteseydim, ellerdim. Cibrîl Bana baktı. Ne ba­kayım ki o, o şeye sığınmıştır. Bundan dolayı Cibrîl'in Allah'a ilmiyetinin Benden üstünlüğünü bildim. Derken göğün kapılarından bir kapı bana açıldı; Azim Nûru gördüm. Ve ne bakayım, dürr ve yakutun refrefinin hi­cabı karşımda. Allah'ın dilediği vahiy bana vahyedildi.”

            Aynı zamanda Fâtih'in hocası, Hicrî 860'da vefat eden Hızır Bey, Sultan'ın isteği üzere, Ehli Sün­net vel'Cemaatin itikadını özetleştirip yazmış olduğu manzumesinde şöyle diyor:

مِـعْــرَاجُـــهُ وَاقِـعٌ يَـقْـظَـانَ فِـى بَـدَنٍ * بِاٰيَــةٍ وَ مَــشَـاهِـيـرَ وَ وُحْـدَانِ

Uyanıklıkta bedenen mi'râcı, yani Mekke'den Kudüs'e ve Kudüs'ten Arş-ı A'lâ'ya ve Sidret-ul-Münte­hâ'ya kadar yükselişi vâki'dir. Ayet, meşhur hadis ve haber-i âhadla tesbit edilmektedir.

دَاخِـى مِعْرَاجِيدِرْ وَاقِعْ رَسُولُكْ * اُولُوبْدُرْ هَمْ بَدَنْلَه دَاخِى يَقْظَانْ

 

Dahî mi'râcıdır vâki' rasûlün

Olubdur hem bedenle dâhî yekzân

كِتَابْ اِيلَه اَحَادِيثْ اِيلَه ثَابِتْ * كِه وَارِدْدِرْ مَـشَـاهِرْ اِيلَه وُحْدَانْ

Kitab ile ehâdis ile sâbit

Ki vâriddir meşâhir ile vuhdân

 * * *

وُقُـوعُــهُ كَـانَ تَـكْرَارًا وَ قَدْ دَفَعُـوا * بِـهِ تَـعَـارُضَ مَا دَلَّ الْـحَدِيثَانِ

Zâhirde teâruz sûretinde vârid olan mi'râcın hakkında iki hadis, mi'râcın önce rûhânî sonra cismânî ola­rak vuku bulmasıyla defedilmiştir.

دِيدِيلَرْ هَمْ مُـكَرَّرْدِرْ وُقُوعِى * مُـعَـارِضْ دُوشْدِى گُـرْدِيلَـرْ حَدِيثَـانْ

Dediler hem mükerrerdir vukûu

Muârız düşdü gördüler hadîsân

             Yani Hızır bey, “İbnu Sa'sâ'nın hadîsinde mi'râ­cın başlangıcı Hatim'de, Ebû Zerr'in hadîsinde ise mi'râcın başlangıcı evinde olmaktadır. İki hadis ara­sında sûreten teâruz vuku buldu ise de aslında iki hadis arasında teâruz yoktur. Zira birincisinde rûhâ­nî mi'râc, ikincisinde cismânî mi'râc bildirilmiştir.” demek istiyor. Bazı ehli ilim: "Cismânî mi'râc dahi mükerrerdir." dediler. Nitekim Kaside-i Nûniye'nin şârihlerinden Hayâlî de bunu tercih etmektedir.

 


[[1]]Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in ruhu, son derece ekmel olarak yaratılmasıyla beraber, mucize olarak kalb ame­liyatını geçirmiş. Tûrebeştî diyor ki: “Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in göğsünün yarılması ve kalbinin çıkarılması ve sûrette akla muhalif gelen şeylerde teslim gerekir, tevile lüzum yoktur. Akıl ile naklin birbirine muvafık olması için de, "böyle iş­ler muhaldir" demek bahanesiyle zorluğa katlanmak lüzumsuzdur. Allah Azze ve Celle'ye hamd-u senâlar olsun ki, bu hadîs-i şerîfte vârid olan hakîkatten, mecâzî manaya sapmıyoruz.
Çünkü bunu söyleyen, en doğru söyleyen Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem'dir.” Tûrebeştî'den naklen Mirkât-ul
-Mefâtîh c.10 s.154

[[2]]Aliyy-ul-Kârî diyor ki: «Kâdî İyaz'ın da dediğine göre, bu ha­dis, Nil ve Fırat nehirleri ondan çıktığı aktığı için, Sidret-ul-Mün­tehâ'nın aslının yerde olmasına delâlet etmektedir. İbnu Melek dedi ki: “İnsanlar arasında tanınan Nil ve Fırat nehirleri olması ve bu iki nehrin Sidret-ul-Müntehâ'dan akmaları, keyfiyetini bil­mesek dahi muhtemel olduğu gibi, istiâre babından olması da muhtemeldir. Bu takdirde saf ve berraklıkta Nil ve Fırat nehirleri, cennetteki Nil ve Fırat nehirlerine benzetilmiştir. Yahud burada isimlerinin muvafakati vardır. Yani cennette açıkta bulunan Nil ve Fırat nehirleri vardır, isimleri yerdeki Nil ve Fırat'a takılmıştır.” Ve nitekim Müslim'in şerhinde Mukâtil'den naklen şöyle denilmektedir: “Bâtınî nehirler, Selsebil ve Kevser'dir. Yine cennetteki zâhirî nehirlerin adı da Nil ve Fırat'tır. Bunlar da Sidret-ul
-Müntehâ'nın kökünden fışkırır, Allah Teâlâ'nın dilediği yere ka­dar akarlar. Sonra yer küresinden çıkıp akmaktadırlar. Bu iş,
akla da şer'a da muhalif değildir. Hadîsin zâhiri de budur. Buna inanmak farzdır.” Mirkât-ul-Mefâtîh c.10 s.163